Sezai Karakoç’ta “Gün Saati”
Türk kültürünün oluşmasında son yetmiş yıla damgasını vuran bir bilgenin, bir düşünce ve fikir adamının, bir şair ve medeniyet taşıyıcısının sözlerine kulak vermeli. Aynı zaman da ötelerden bir ses olarak bugünü yorumlayan kayıp anlayışları topluma hatırlatan bir diriliş mimarını birlikte konuşmalıyız.
Her sözünde, her yazısında, her şiirinde yeni pencereler açan Sezai Karakoç’un açtığı ufuklarda birlikte dolaşmalıyız. Seksen sekiz yıllık ömrünün elli yılında tefekkürü, inancı, imanı bir coğrafya ülküsüyle gecenin karanlıklarını aralamaya çalışmış, akşamın alacasında denize ayaklarını uzatarak “Hızır’la Kırk Saat” geçirmiş ve sabahın diriltici nefesiyle gözlerini hep Doğu’ya; Mekke’ye, Medine’ye, Bağdat’a, İstanbul’a, Endülüs’e çevirmiş bir dehanın aklıyla iman tefekkürünü paylaşmak için Sezai Karakoç’un sırlı dünyasına nüfuz etmeye çalışmak gerekiyor. İslam Türk kültür yolculuğumuzun dinamikleriyle nasıl çözülebileceğini ayrıca, düşüncenin, sanatın ve şiirin insana kazandırdıklarını
anlamak için “Diriliş”ten kast edilen manaları çözümlemek gerekiyor. Her yüzyılda bir, bir ülkeye deha rastlarmış. Bir dehanın düşünce dünyasını, yaşadıklarını anlamak için aklımızı, ruhumuzu ve düşüncemizi genişletmenin yollarını öğreneceğiz. “Diriliş”i, “amentü”yü, “alınyazısı”nı, “gün saati”ni,
“sesler”i gün saatine vurarak “diriliş muştusu”na gireceğiz.
Ömrünce ruh sürgünleri oluşturma nedenlerini, toplumsal tıkanmanın, bunalmanın neden ve niçinlerini kurtuluş reçeteleri üzerinde yolculuklar yapacağız. Bütün bunları “Kıyamet Aşısı”na ulaşmak için, kendi kıyametinden önce diriliş muştusuna ermek için pencereler aralamaya çalışacağız.
Yine, kültür soframızda dolaşarak edep ve edebiyatın, edep ve şiirin imbiğinden geçerek “aydın” kimliğinde bugünü sorgulayacağız.
Ortak coğrafyanın,
Ortak paranın,
Ortak kültürün,
Ortak anlayışların,
Ortak dertlerin ve sevinçlerin durumundan söz edeceğiz. Bütün bunlarla “Gün Saati”nde anlatılmak isteneni sorgulamış olacağız.
Mütefekkir Şair Sezai Karakoç, 1933 yılında Ergani’de doğdu ve İlkokulu Ergani’de bitirdi. Çeşitli şehirleri dolaştı. Kendisi felsefe okumak isterken babası İlahiyat okutmak istedi. Ankara Siyasal Bilimlerden mezun oldu. Maliye Bakanlığı’nda görev yaptı. Müfettiş yardımcılığı görevinde bulundu. İstanbul’da Diriliş Yayınları ve Diriliş Dergisi’ni kurdu. İlk sayısını Nisan 1960 yılında yayımlayan Karakoç 33 yıl sürecek olan Diriliş Dergisi’nin çok sayıda genç aydının; fikir ve sanat adamının yetişmesine öncülük edeceğini o yıllarda sanırım bilmiyordu. Zaman kendi kozasını ona ördürecek ve bir fikir ve dava adamı olarak Türk düşünce hayatına katkıda bulunacaktı. Uzun yıllar sonra bir mütefekkirin düşünce dünyasından siyasal bir yapılanmayı da hedefleyen 1990 yılında “Güller Açan Gül Ağacı” amblemiyle “Diriliş Partisi”ni kurdu. 2006 yılında Kültür Bakanlığı Özel Ödülü ile ödüllendirildi. Bakanlığa, ödülün para kısmının kültür sanat işlerine harcanmasını, diğer kısmınınsa posta ile bildirdiği adrese yollanmasını rica ettiği bir mektup yolladı. 2007 yılında “Yüce Diriliş Partisi”ni kurarak Nisan ayından bu yana cumartesi toplantılarını sürdürüyor. Halka açılmayı düşünen ve aynı zamanda mitingler düzenleyen Karakoç, gün saatini doldurmaya devam ediyorken 16 Kasım 2021 günü hakk’a yürüdü. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.
Sezai Karakoç, “Edebiyat Yazıları” adını verdiği kitabını 3 cilt halinde yayınlayarak şiirimizde son derece özgün bir yere sahip olduğunu görürüz. Şiirlerinde metafizik boyut ağır basmakla birlikte dünden bu güne tarihsel bir yolculukta yaptırmaktadır. Zaman zaman şiirlerine tarihi belge niteliği arz edecek unsurları şiirinde ustaca kullanmaktadır. Kullandığı üslup, tarz, konu ve işleyiş açısından yenidir. Metafizik bir yüklemle kurguladığı için kendi yaşıtlarından genel itibariyle ayrılır. Abdulhak Hamit’te bulunan metafizik akım dan Kutsi Tecer’in, Necip Fazıl Kısakürek’in, Arif Nihat Asya’nın da beslendiğini ifade etmekte yarar var. Ne kadar bu alanda şiirler yazmış olsalar da en belirgin temsilcisi olur.
Türk şiirinin bir tarafıyla yenilikçi, diğer tarafıyla gelenekçi tarzını yeni bir anlayışla örgüleyerek metafizikleştirir. Bu durum en belirgin tarafıdır. Yazdıkları bir tarafıyla bu gündür ama daha derinlere inildiğinde dünün yani geçmişin dahası Peygamberi bir mesajın taşıyıcısıdır. Tartışılan unsur; divan tarzıyla asırlara hükmeden bir edebiyatın şiir dili burada yol değiştirmiş gözükmektedir. Aslında yol mu değiştirmiştir? Yoksa tarz değişikliği ile aynı şeyi mi söylemektedir? Modern dünya insanı özünden uzaklaştırmıştır. Özden yani gönülden, dahası yürekten uzaklaştırarak sıradanlaştırmıştır. Şiirimizin divandan çıkışı da aynı şey midir? Yol değiştirmiş olması, yani modern şiir tarzındaki serbestlik özün kaybına sebep mi olmuştur?
Bu ve buna benzer soruları çoğaltabiliriz. Lakin her dönemin kendiliğinden yenileyici, değiştirici, dönüştürücü unsurlarını ve mecburiyetlerini de göz ardı etmemek gerekiyor. Özden kaybedilmiş bir şey yok ise değişimin şartlar gereği olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Bunu uzun yıllardır şairler ve edebiyatçılar tartışmış olsalar da tartışma her hangi bir sonuç vermemektedir. Dün bizimdir, her şeyiyle bizimdir. Bu gün ve sonrası da bize ait olacaktır. O nedenle tarihsel süreçlerin getirdiği zorunluluklar kimi zaman sıkıntı verse de geçici bir sıkıntı olduğunu göz ardı etmemek gerekiyor.
Mehmet Nuri Yardım, Karakoç’un şiiri için şöyle söylüyor; “Şiirde çıkış olarak İkinci Yeni’ye dâhil edilse de esasında Sezai Karakoç’un çok daha orijinal, yeni, farklı ve üstün bir şiir tarzı vardır. Bu bakımdan onu çağdaşlarından ayırmak ve bağımsız bir sanatkâr olarak kabul etmek zorundayız. O horlanmış, ezilmiş, yok farz edilmiş değerleri tutup kaldıran, savunan ve onları yücelten bir öncü kimliğe sahiptir. Mistik şiirlerinde, metafizik arayışları barındıran nesirlerinde kısacası bütün edebî ve fikrî verimlerinde aynı kaygıyı, aynı endişeyi, aynı duyarlılığı hissederiz.”
Şiirimizin dünü ve bugünü bizleri beslemeye devam edecektir. Ne divandan, ne heceden ne de serbest şiirden vazgeçecek değiliz. Sezai Karakoç, aslında modern şiir tarzını ön planda tutmuş olsa da, geçmişi yok saymamıştır. Asrısaadet döneminden bu güne bizim dediğimiz edebiyat öncülerinin şiirlerinden çeviriler yapmakla bunu ortaya koymuş, onlara örnek olabilecek kitaplar yayınlamıştır. Aynı tarzın batı şiirindeki örneklerini de göz ardı etmemiştir. Modern İslam sanatındaki en önemli unsurlardan birisinin de soyutlama olduğunu yazılarında dile getirmiştir. Soyut olandaki sırrın ve gizemin içerisindeki yolculuğu önemsediğini “Edebiyat Yazıları”nda görmekteyiz. Hem şiire, hem resme ve hem de edebi anlayışa bakarken soyutun hükmünün ağır olduğunu poetik bir ifadeyle ortaya koymuştur. Aslında modern dünya bir tarafıyla alabildiğine somuttur. Diğer tarafıyla da uçsuz bucaksız bir anlayışın oturmasında soyutlamanın çizgilerinden faydalanmaktadırlar. Soyut çizginin belirginliği biraz da somutun anlamlandırılmasına bağlıdır. Karakoç, bu anlamı belki de “Diriliş” algısı üzerine yüklemektedir. Şiirin, resmin ve sanatın durumu aslında sanatkârı değiştirmesidir. İçerisinde bulunduğu metafizik atmosfere çekerek sanatçıyı boyamasıdır. Yaratılış boyasıyla boyamanın gayretidir. Bu durumu açıkça Karakoç’ta görebiliriz. Şiirin ve yazarın, dahası sanatkârın değişimi yürekte buluşmasıdır. Kendi özünde, kendi beninde yekvücut olmasıdır.
“Ruhun Dirilişi”inde şöyle yazar Sezai Karakoç:
“Sanat, şüphesiz insanın geçimini ve üremesini sağlayan faaliyetlerin üstünde, gaye olmaya daha yakın bir mahiyet taşımaktadır. Ama Tanrının sanatı önünde insan sanatı fazladan olarak bir şey getirecek değildir. İnsan bizzat kendisi Tanrının eşsiz sanatından bir örnektir. İnsan sanatı Tanrının sanatının gönüle vuran yankılarından doğmakta, onun tükenmez kaynağından beslenmektedir. Tanrının sanatına ermeyen insan veya sanatçının kalıcı bir sanat eseri bırakmasına imkân yoktur. İçinde bulunduğu büyük sanattan habersiz bir sanatçı, kör mimar ve sağır musikişinas imajından da çok yoksun bir imajdır. Çünkü kör mimarın iç gözü görebilir, sağır musikişinasın ruh kulağı duyabilir, ama Tanrının her an mucizelerle dipdiri kaynaşan sanatını duymayan gönülden en ufak bir sanat kıpırtısı beklenemez.
Gerçek sanat, Tanrının sanatına götürecektir. Bu bakımdan insanın yaratılış sırrına yakın bir soydan meydana gelmiştir, ama sanatın özündeki ilahi hayranlık duygusu veya sanat duygularındaki arılık derecesi yüzde yüz değildir. Tanrıya doğrudan doğruya yönelememektedir her zaman sanat duygusu. Kimi zaman da Tanrının eserlerine olan hayranlık, O’na olan sonsuz aşka engel olmaktadır. İnsan eşyaya takılmakta ve asıl hedeften geri kalmaktadır. Bu bakımdan sanatı saf bir ab-ı hayat kabul etmek mümkün değildir. Belki sanat bulanık bir ab-ı hayattır. Marifet de o bulanıklık içinden saf olanı ayırabilmekte.”
Yunus Nadir Eraslan’ın Karakoç için sözleri şöyle:
“Kutsal sanatın yörüngesinde hiç yorulmadan dönen çağdaş derviş Sezai Karakoç, sanata ve hayata karşı duruşunu da kutsalla kurduğu bağların neticesinde belirlemiştir. O’na göre kutsalın gelecek nesle aktarılmasında sanatçı bir nirengi noktasıdır. Bu bağlamda, sanatın hakikati algılama sürecinde verilen ürünlerden öte başka bir gayeye hizmet edemeyeceği gerçeğinin altını çizerken, verdiği ürünler de bir arayışın değil bir buluşun neticesidir. Böyle ürünler edebiyatımızda ender rastlanan ürünlerdir. Tanrıyı merkezden alıp yerine insandan neşet bir sanatı merkeze koyan batı uygarlığı insanı Tanrısal kılmaktan bir adım öte gidememiştir. Sezai Karakoç’un tüm eylemleri bu gidişata bir başkaldırıdır. Sanatçı sahih bir kaynağın bilgesidir. Ancak böyle olduğu müddetçe çağını yorumlayabilir. Ben daha on yedi yaşımda toy bir delikanlıyken O’nun “Ruhun Dirilişi” nam eserini elime aldığımda üstadın elimden tuttuğunu hissettim. Bana şöyle dedi: “Ey genç, felsefenin karanlık caddelerinde gezinirken, derin kuyular vardır; o kuyuları göremezsin. Seni ansızın yutarlar. Dikkatli ol, her kuyudan farklı sesler gelir. O sesleri iyi dinle, kulağın o seslere alışsın ki dipsiz şüphe kuyularına düşmeyesin. Bir bir söyledi kuyuları bana. Nietzsche’nin, Sartre’ın ve Camus’nün kuyularını ben O’ndan öğrendim.” “Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yani fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli.” “Eser ́in şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeğe kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. “Beni andırıyor, ah, beni o demeli.” Burada üzerinde durduğumuz ana nokta şudur; şairi etkileyen, şiirini yazdıran her ne olursa onlarla dostluğunu, muhabbetini kaybetmeden aynı zamanda onlara da çeki düzen verebilecek bir kimlikte, bir yapıda olduğunu bilmektir.
Sembolist ve kapalı şiir üslubunu tercih eder Karakoç. Yer yer Meryem’den, İsa’nın nefesinden söz açar. “Anlam, yeni şiirde, kendi öz fonksiyonunu yitirmiştir. Bir uyurgezerdir, hafızasını kaybetmiştir belki… Gerçi yeni şiir yer yer anlamsızlığı dener. Anlam boşlukları bırakabilir, anlam sıkıntıları çekebilir ama büsbütün anlamsız şiir düşünülemez” diyerek şiirde ana temayı belirler. İnsanın dünyadan kopmadan ‘Kıyamet Aşısı’nı yakalamasını ister. Seçtiği kelimelerle dikkat çekerek, farklı anlamları, üslupları denemeyi sürdürür. Türkçeyi en iyi kullanan kalemlerden biridir o. Dili kullanmada gittiği aşırılık bazen insanı çileden çıkaracak düzeyde yeniden bir kez daha yeniden metnin okunmasını sağlar. Bunu ustalıkla yapar. Aslında bir ömür verdiği mücadelede öldükten sonraya olan imanın güçlenmesi ve dirilişin gerçekleşeceği ebedi âleme hazırlıktır. Diriliş onun için bir hayat iksiridir. Ne tür bir uğraş içerisinde bulunulursa bulunulsun her işte bir diriliş anlayışı vardır. Bu asla unutulmamalıdır. İslam’la insanlığın, yeryüzünün ve tabiatın ve her şeyin dirilişidir kastedilen.
Çağ ve İlham I’de şöyle söyler:
“Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak. Hâlbuki biz sussak, tarih susmayacak. Tarih sussa, Hakikat susmayacak. Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. Hâlbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar, vicdan azabından kurtulsalar, Tarihin azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar Tanrı’nın gazabından kurtulamayacaklar.”
Sezai Karakoç, sadece şair değildir. Onun gün saati doğduğu andan itibaren işleyen bir saattir. Gün saatindeki ana unsur kulluk bilincidir. Ruhun dirilişidir. Bir kıyamet aşısına yakalanmak için ruhun diriltici nefesiyle varlık bilincinde olmaktır. Her yüzyıla bir düşen deha’nın bu kez Anadolu’ya vurduğunu, o nedenle işrak vaktinde uyanık olmak gerektiğini bilmektir. Ömrünce yazıp durduğu, toplumsal dayanışmanın ve kaynaşmanın ana unsurlarına dikkat çektiğini unutmamak gerekiyor. Bir dehanın aklından yaşarken istifade edilmelidir. Devlet erkânının her ne suretle olursa olsun bunu unutması, ihmal etmesi asla affedilemez bir gerçektir. Tarihe tanıklık ettiğimiz her an dehanın tavsiyelerine, yol göstermelerine muhtaç olduğumuz andır. Onun şiirlerinden, yazılarından, hikâyelerinden, günlük yazılarından ve konuşmalarından bu günün çıkmazlarından kurtuluş reçetelerinin var olduğunu unutmamak gerekiyor. Ulusa sesleniş programları gibi haftalık programlarla onu tarihin bu arasatında konuşturmak, koca bir dünya insanlığına söyleyeceklerinden faydalandırmak gibi bir ödevle karşı karşıya olmamıza rağmen değerlendiremedik. Ebedi yurda dönüşüyle Şehzadebaşı Camiinde on binlerce cemaatin şahitlik ettiği mümin ve Müslüman kimliğinin asaletinin nasıl kalabalıkları topladığına bir kez daha tanıklık ettik. Hiç olmazsa bundan böyle ülkemizin yetiştirdiği hikmet sahiplerini toplumla buluşturmaya STK’lar ve devlet kurumları, yetkililer gayret etmelidir.
Kayıp kentin insanları gibi kaybolduğumuzda anılmanın fazla bir faydası yoktur. 70 küsur kitapla ve haftalık halka açık konuşmalarından direnişini sürdüren bir edebiyatçının, bir düşünce ve fikir adamının aksiyoner duruşundan yeterince istifade edilememiştir. Dünyanın en çok aydınlara- münevverlere ihtiyaç olduğunu söyleyen Karakoç’un dünya çapında bir mütefekkir olduğunu bir aydın olduğunu bundan sonra hiç olmazsa daha iyi anlaşılmasını temenni ediyorum. Yüz yıllardır bizi besleyen kadim kültürümüzün atardamarları olan Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hoca Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bayram Veli’nin, İmam’ı Rabbani’nin, İmam’ı Azam’ın, Fuzuli’nin, Şeyh Galip’in klasikleriyle bağlarımızı kurduran bir üstattır Karakoç. “Diriliş Muştusu”yla hedefler gösteren ruhun, aklın ve bedenin dirilişiyle cemiyetlerin, şehirlerin ve toprağın dirilişine dikkat çeker. Necip Fazıl Kısakürek ve Osman Yüksel Serdengeçti ile tanıştığı 1955 sonrası hayatının değiştiği yıllardır.
Daha 19 yaşında iken kaleme aldığı Monna Rosa şiiri elden ele, dudaktan dudağa dolaşarak bir klasik şiir halini almıştır. Çağdaş Leyla ile Mecnun nitelemeleriyle kitaplaştırılarak gençler arasında bulunmaz bir kıymete binmiş, hemen hemen her kültür insanın dilinde ezberlenen şiire dönüşmüştür. Karakoç bu şiirin bu kadar meşhur olmasından mutlu muydu? Yoksa şiirin karın doyurmaz bir şey olduğunu söylese de şiir kitabı yazarak bunun tersi bir tezi savunduğunu söylemek elbette mümkündür. 1998’li yıllarda genç üniversiteliler merakla bu şiir kitabını arayıp bulur, çoğaltır ve elden ele yayılmasını sağlarlardı. Tılsımlı bir tarafı vardı bu şiirin. “Gün Doğmadan” bütün şiir kitaplarının toplandığı kitabın adıydı. Yedi yüz sayfalık şiirleriyle geleceğe şiirsiz gidilemeyeceğinin de işaretini koymuştu. Diriliş, aslında bir edebiyat akımından çok, bir hakikat akımıdır. Yeniden inanmak, yeniden düşünmek, yeniden duymaktır. “Diriliş, İslam’dan ayrılışın sona erişi, ona yeniden kavuşmanın başlangıcıdır” dirilişi böyle ifadelendirir. Diriliş medeniyetinden sürekli bahseder. Bizim medeniyetimizin adı O’na göre; Diriliş Medeniyetidir. Büyük Doğu ile Diriliş Türk fikir ve düşünce hayatında önemli izler taşır. Üstat Necip Fazıl’ın sırtını sıvazladığı Sezai Karakoç; Rasim ve Alaaddin Özdenören, Akif İnan, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, Kamil Eşfak Berki, Hamit Can, Mahmut Özbay, Osman Sarı, Tahir Yücel, Alim Kahraman, Ömer Erdem gibi bir çok ismin sırtını sıvazlamıştır.
Kitapları arasında gezinirken “Yitik Cennet”i asla unutmadan yola girmek gerekiyor. “Diriliş Neslinin Amentüsü”nde imanın gerekliliğini öğreniyorsunuz. Yeniden iman ediyorsunuz. “Ey iman edenler Allah’a ve Resulüne yeniden iman edin,” hatırlatmasını yapıyor. “İslam” adlı risalesini dönüp dersler şeklinde edebi metin çözümlemeleri yapabilirsiniz. Liliyar şiirini de uzun uzun dinlenmelisiniz. Monna Roza’da gençlik hayallerinin nerelerden nerelere doğru taşıdığını, rüzgâr kanatlı atlılarla, yolculuklar yapabilecek bir düş zenginliği içerisinde peygamber çiçeğini koklamanın eşsizliğini yakalayacaksınız. Bu şiir, gençlik iksiri gibi bir şeydir. Uğultu halinde yayılan, sonrasında bunguldayarak karlı dağların coşkusuyla bir mecnun gibi al bir ata binmişçesine kitaba, yazıya ve şiire konuk olursunuz. Sonrasında bir düşüncenin, bir fikrin, bir hayat anlayışının sizi kucakladığına tanık olursunuz. Anadolu’nun yüreğinde vazgeçilmez bir unsur olan “Hızır” buluşmalarını yaşayabilmek için “Sarayburnu”nda 40 akşam ayaklarınızı denizin sularına sarkıtarak yaşayabilirsiniz. Her buluşmadan sonra yazılan “Hızır’la Kırk Saat” size “Taha’nın El Kitabı”nı verebilir ardından da “Gül Muştusu”nu zelve okuyabilirsiniz.
Ömer Erdem, “Şiire merak duysaydım önce bir şiiri seçer, günlerce onun evrenine girmeye çalışırdım. Mesela Köşe şiiri olabilirdi bu. Okurdum onu, yeniden yeniden okurdum; ezberlerdim. Mısraların üzerine düşünürdüm. Şiirdeki estetik yapı olduğu kadar iç dünyayı yakalamaya çalışırdım. Arkadaşıma okuturdum, onun sesinden gözlerimi yumar, dinlerdim. Şiirdeki müziği duymaya çalışırdım. En az bir kez kendi el yazımla şiiri yeniden yazardım. Eğer nesre ilgi duyuyorsam “Ruhun Dirilişi”ni okurdum. Nesire geçmiş şiirsel düşünce yanında yorum derinliğini yakalamaya çalışırdım. Parçadan bütüne gitmek, bir kitabı veya yazıyı özümsedikten sonra şairin veya yazarın geniş dünyasına yönelmek uygun geliyor bana,” diyor. Ömer’in yöntemini önemsiyor aynıyla tavsiyede bulunuyorum.
Yıllardır yaptığımız Sezai Karakoç okumalarından böyle sonuçlar çıkardık. Bir buçuk sayfalık bir denemesinin birkaç saatlik oturumu gönendirdiğini hatırlıyorum. Ezberlediğimiz her şiirinin, her yazısının fikir ve düşünce ufkumuzu genişlettiğini fark ettik. Büyük düşünce ustalarını anlamak demek, onların gösterdiği hedeflerde yıllarca at koşturmak demektir. Ustalarımız, kendilerinden önceki ustaları nasıl önemsemişlerse hem onları hem de Karakoç ekseninde hikmet ve bilge insanları önemsememiz gerekmektedir. Bu durum bize büyük bir dehanın düşler dünyasından ziyade gerçeğin dünyasına iniş alışkanlıkları yaptırdığını zamanla hissederiz.
Büyük bir külliyatın sahibi olan Karakoç’u, gençler kuşkusuz önce şiirlerinden yola çıkarak tanıyorlar. Kişisel alanların belirginleşmesi zaman içerisinde neleri okumamız gerektiğini de söylüyor. Şiiri tercih edenlerin “Gündoğmadan” ve “Edebiyat Yazıları”yla yol aldıklarını, şiirden hikâyeye kayanların doğal seyri içerisinde hikâyelere yöneldiklerini kabullenmeliyiz. Diline, tarzına, üslubuna alışan genç okuyucu, bundan sonraki hayatında Sezai Karakoç var olacaktır. Şiirinin ruhunu kavrayabilmek için mutlak surette “Sütunlar”ı, “Çağ ve İlham” gibi eserlerini okumak gerekiyor. Düz yazılarını okumadan Karakoç’un fikir ve düşünce dünyasını kavrayamazsınız. “Fizik Ötesi Açıdan Ufuklar ve Daha Ötesi”, “Yapı Taşları” ve “Kaderimizin Çağrısı” ile “Çıkış Yolu” mutlaka okunmalıdır. Düşünce dünyamızın giderek sığlaştığı, seviyenin hepten kaybedildiği, kendi kültür değer ve varlığımızın göz ardı edilmeye çalışıldığı bu zamanda ömrünü fikrin, inancın ve imanın dirilişine adayan Üstat Sezai Karakoç’a milletçe çok şey borçlu olduğumuzu söylemeliyim. Cemal Süreya’nın “Sıkıştırılmış deha” diye ifadelendirdiği Karakoç, gelecek için önemli işaretlerde bulundu. Baudelaire’in “Balkon” şiiriyle kıyaslanan “Balkon” şiiri aynı paralellik arz etmesi bakımından da dikkat çekicidir. Türk şiirinin yol göstericilerinden biri olan Sezai Karakoç, Türk dilini de çok iyi kullanmış, yeni kelimelerle, eski kelimeler arasındaki ufka işaret etmiştir. “Türk edebiyatı şiir demektir,” diyor Hilmi Yavuz. Sezai Karakoç’un ödül alması Türk şiiri açısından büyük bir onurdur diye ilave ediyor.
“Gerek şiirleri, gerek yazılarıyla son dönem Türk edebiyatı içinde kendine özgü bir yere sahiptir. Şiirlerinden sekiz kat daha fazla emek harcadığı elliye yakın fikir kitabının da gündeme gelmesinin artık vaktinin geldiğini, ufuk açıcı bir mütefekkir,” olduğunu söyleyen Ahmet Altan, “Bundan kırk sene önce belirttiği, medeniyetlerle ilgili tezleri günbegün gerçekleşen ileri görüşlü bir beynimiz. İstifade etmemiz gereken ilk zihin,” diye ekliyor. Burada Hilmi Yavuz’un anılarından Sezai Karakoç için düştüğü notlara bir göz atalım:
“1952 yılı haziran ayı başında, bir akşamüzeri Haydarpaşa Garı’ndan hareket eden Kurtalan Ekspresi, ertesi gün sabah saat 11.00 sularında Ankara Garı’nda durdu. Trenin ikinci mevki yeşil deri döşeli kuşetli kompartımanlarından 15-16 yaşlarında bir lise öğrencisi koşarak indi. Doğruca, garın büyük giriş kapısının hemen solunda bulunan gazete ve dergi satılan kulübeye yöneldi. İstanbul’dan aceleyle yola koyuldukları için o ayki edebiyat dergilerini almayı ihmal etmişti. Ankara Garı’ndaki kulübeden dergileri alacaktı: “Varlık”, “Yeditepe”, “Kaynak”, “Hisar”… Dergileri koltuğunun altına sıkıştırıp trene döndü. Kurtalan’a daha iki günlük yolculukları vardı. Yolculuk boyunca dergileri rahatça okuyabilecekti…
Tren Ankara’dan Sivas’a doğru ilerlerken, akşamüzeri olmalıydı, sıra “Hisar” dergisine gelmişti. Dergilerde, önce şiirlere bakardı. Bu kez de öyle yaptı. “Hisar”daki şiirleri okumaya başladı. O. Fehmi Özçelik, Mustafa Necati Karaer, İlhan Geçer, Mehmet Çınarlı… Bu adları, iyi bir edebiyat okuru olarak biliyordu lakin “Monna Rosa” Sezai Karakoç imzasına o güne kadar da rastladığından pek emin değildi, şiiri okumaya başladı. Şiiri sonuna kadar okudu, sonra başa dönüp tekrar okudu. Kurtalan’a gelinceye dek, elinden düşmedi “Hisar” dergisi. Yeşil döşemeli ikinci sınıf kuşetlide en üst yatağa tırmanıp uzandığında, hep o ilk dizeyi mırıldandı: “Monna rosa, siyah güller ak güller…”
Sezai Karakoç’un kendisiyle tanışması, bundan 4 yıl sonra olmuştur:
“1956’da biz, Erdal Öz, Onat Kutlar, Demir Özlü, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Uğur Cankoçak, Ergin Ertem, “a” dergisini yayımlamaya başladıktan sonra, hemen Edip Cansever’le, Turgut Uyar’la, Cemal Süreyya ile ilişkiye geçmiş, onların yazı ve şiirleriyle dergimize destek olmalarını istemiştik.
Belleğim beni yanıltmıyorsa 1956 sonbaharı olmalıdır. Cemal Süreya, genellikle karargâh kurduğumuz Aksaray’daki Bulvar Çay Salonu’na çıkageldi. Yalnız değildi, yanında bir arkadaşı da vardı. Arkadaşını tanıttı: Sezai Karakoç! Sezai, Diriliş’te yayımladığı “Hatıralar”ının XXI. Bölümünde, bizimle tanışmasını şöyle anlatır:
“İstanbul’a geldiğimde gerek liseden tanıdığım, gerek edebiyat alanında görünüşüm sebebiyle beni tanıyan bazı gençler beni görmeye gelmişlerdi. Birkaç defa Aksaray’da, Bulvar’da, Bulvar Çay Salonu’nda buluştuk. Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Onat Kutlar, Hilmi Yavuz, Ülkü Tamer ve arkadaşlarıyla bu gençler ki bizim hemen arkamızdan gelen kuşağı temsil ediyorlardı edebiyatta. Onat’ı Gaziantep Lisesi’nden tanıyordum. Bizden üç yıl sonraydı. Çalışkan bir öğrenci olarak kalmıştı hatırımda. Bu görüştüğümüz zaman hukukta öğrenciydi. Ancak, dersleri ihmal edip, üniversitede ilk kez gözüken öğrenci eylemlerine karıştığı izlenimini almıştım bu görüşmelerde. Ülkü Tamer henüz kolejde öğrenciydi. Çeviriler getirmişti görmemiz için. T. Wilder’in, otantik adı “Dişimizin Zarı” olan eserini “Ramak Kaldı” adıyla çevirmişti. Adnan Özyalçıner’in o zamanki hikâyeleri, beğendiğim ve edebiyatımızda gelişmesini arzu ettiğim bir türün örnekleriydi. Fakat ne yazık ki sonra değiştirdi tarzını.”
O yıllardan belleğimde kalan, Sezai’yi hep Cemal Süreya ile birlikte gördüğümdür. Cemal’in, Sezai’ye büyük değer verdiğini de gözlemliyorduk elbet. Ben tanık olmadım ama, arkadaşlardan dinlediğim, Cemal’in, birkaç kez, Sezai’ye “Sezo, senin şiirindeki şu dizeyi bana ödünç verir misin?” dediğidir. Cemal’in şiirini bilenler, onun Sezai’den “ödünç” aldığı dizeleri bilirler.
Bir özel not: rahmetli babamla Sezai’nin rahmetli babasının arkadaş olduklarını sonradan öğrendim. Sezai, 1989’da, Diriliş’te yayımladığı “Hatıraları”nın (XXI), “İstanbul-maliye müfettiş muavinliği” başlıklı aynı bölümünde şunları anlatır: “Hilmi Yavuz’un babasıyla babam tanışmıştı Fatih’te. Babam, övgüyle söz etmişti Hilmi Yavuz’un babasından. Bizim o taraflarda, Çermik’te de görev yapmıştı Hilmi’nin babası. Bu yüzdendir ki, Hilmi, sonradan sol grup içinde oldu ama kullandığı imajlar İslami imajlardır. Güney-doğu Anadolu’nun İslam’la kaynaşmış görüntüleridir. Şimdi onunla aşağı yukarı yarım yüzyıldır da görüşmemiş olduğumuzu düşündüm. Onu tanıyan kiminle konuşsam, Sezai’nin kimselerle görüşmek istemediğini işitmişimdir. Oysa konuşacak o kadar çok şeyimiz var ki.”
Alim Kahraman, “Gün Saati” için şöyle bir giriş yapar ve bırakır; “Bizim geleneğimizde sohbet vardır. Bu sohbetlerde söz bir merkez etrafında toplanır. Bunun için sohbet halkalanmayı ifade ettiği kadar, asıl bu sözün bir merkez etrafın da toparlanmasını ifade eder. Bu sohbetlerde sözün gelişmesi halkayı oluşturanların sorularıyla, ufak-tefek katılmalarıyla daldan dala geçebilir, tabii seyri içinde akıp gider. Fakat konular ne kadar çeşitlenmiş görünürse görünsün, konuları ve dış şartları aşan bir öz bütünlüğü, zemin sağlamlığı mevcuttur; bu kaybolmaz. Sezai Karakoç’un “Gün Saati” kitabında böyle bir görünüm ve gelişme söz konusu. Bu kitaptaki yazıları, yazara çevresinden (toplumdan) yansıyan bazı etkiler ilham etmekte; bu etkilere göre çeşitlenmekte konular. Yani günlük yazılar bunlar. Günün ilham ettiği yazılar. Fakat günlüğün anlamı, ilham etme ve konu çeşitlenmesinde kalıyor ancak”.
Sezai Karakoç üstadımıza rahmet dileklerimizi her daim diri tutacağımızı, “Diriliş Düşünce Mektebi”nin daha etkin halde sürüp çağa söylenmesi gerekenleri söyleyeceğini ümit ediyorum. Gençlik içerisinde en fazla ilgi görmüş şiirlerinden biri “Liliyar” şiiridir. Kısa bir bölüm alıyorum:
“Bu kuklaların kukla olmadığı besbelli
Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Lili
Demek bizi bırakıp gidiyorsun Lili
Sen daima güzeller güzelini bulursun Lili
Sen istesen de taş yürekli olamazsın
Sen daima güzeller güzeli olursun Lili
Demek gideceksin arkana dönüp bakmayacaksın
Hangi kuş, hangi şafakta ölecek görmeyeceksin
Öyleyse al bu kürkü, bu veda kürkünü Lili
Tüyleri şiirler olan bu mahcup kürkü
Sen daima Sultanlar Sultanı olursun Lili
Demek sen gidiyorsun Lili
Bizi öpmeden mi gideceksin Lili?
Lili’nin güneşin altında duruşu yok mu
Perdeleri sıyırıp çirkin adamı burnundan yakalayışı yok mu
Eline bavulunu alışı yollara koyuluşu yok mu
Çirkin adamın güzel adam oluşu yok mu
Yaklaşıp onu saçlarından yakalayışı
Uzaklaşıp yollarda yol oluşu yok mu
Lili’nin bir tavşan gibi koşuşu
Keklik gibi dönüp bakışı ve yıldırım gibi koşuşu yok mu
Adamda tam o zaman kapıdan çıkmaz mı dışarı
Lili’nin adamın boynuna çocukça ve çılgınca atılışı yok mu
Ben konuşmasını bilmem Lili…”
Lirizmin en zirveye çıktığı şiirlerinden “Mona Roza”dan kısa bir bölüm şöyle:
“Mona roza, siyah güller, ak güller
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona roza, siyah güller, ak güller
Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona roza, bu gün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar
Açma pencereni, perdeleri çek
Mona roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla mona roza, ben bir deliyim
Açma pencereni, perdeleri çek
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Kırgın kırgın bakma yüzüme roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme roza
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyveler sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurdan sonra büyürmüş başak”
Şairin “Sürgün ülkeden başkentler başkentine” isimli şiirinden bir bölüm ise:
“Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım
Salome’nin Belkıs’ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı, en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim”.
“Sabah Yıldızı” şiirinden kısa bir bölümle bitirelim;
“Bir kalp duracaksa
O benim kalbim olsun
Sınırları belli insan ömrünün çünkü
Ama senin yaşını
Ölüm saatini kim bilebilir
Şanı yüce
Tanrı’dan başka
Bırak ben ağlayayım
Esir pazarında satılan Afganistan’a
Açlıktan milyonları kırılan Afrika’ya Filipinler’e
Habeşistan’a, Eritre’ye, Filistin’e
Esaret prangasıyla kıvranan
Kafkaslar, Azerbaycan, Türkistan
Bütün milletlere ülkelere
Irmaklar gibi ben ağlayayım
Sen demir gibi olmalısın sabahyıldızı
Seyhun dursun ben ağlayayım
Ceyhun dursun ben ağlayayım.
Sen Diriliş yıldızısın
Büyük tanığısın
Tanrı’ya inanmanın”
Her canlı ölümü tadacak. Kuşku yok Allahtan geldik ve dönüşümüzde O’nadır. Bir kez daha rahmetle, minnet ve şükranla yâd ediyorum. Ruhu şad, makamı ali, mekânı cennet olsun.
Recep Garip – gercektarih.com.tr
21 Kasım 2021 – İstanbul
Blog: recepgarip.com