Tarih tezi neden Malazgirt’i ıskaladı?
Bu topraklardaki devletimizi Malazgirt zaferine borçluyuz. Sultan Alp Arslan, ordusuyla Anadolu’nun güneyinden geçip Halep ve Şam’a, oradan Filistin’e, Kudüs’e ve Akdeniz’e doğru hareket halinde idi. Bizans imparatorunun meydan okumalarına karşılık döndü ve maddeden çok mana itibarıyla muhteşem olan büyük zaferi kazandı. Bu aynı zamanda Anadolu’nun kazanılması idi, İstanbul’un fethine doğru kuvvetli bir adımdı.
Şimdilerde kısır siyaset malzemesi yapılmak istenen Malazgirt zaferi, Cumhuriyet’in kurucularının gündeminde hiçbir zaman olmadı. Onların Tarih tezinde Selçuklu ve Osmanlı’nın adı bile edilmez!
Bugünün hem de “inkılap tarihçisi” geçinen siyasetçisi bu tarihi kırılmadan dahi habersiz olarak kısır bir siyasi kör döğüşü ile meşgul.
Malazgirt’in hakkını vermeyen bir tarih anlayışı, bizim için tarih şuurundan yoksunluk anlamına gelir.
Bu konuyla ilgili bir yazımızı bu vesile ile dikkat nazarlarınıza sunuyoruz.
*
Yüz yıl önce Millî Mücadele ile meşguldük. Kongreler, Meclisler, işgaller, karşı koymalar…Ve sonunda zafer!
Ondan on yıl sonra ise tarihle, dille, kültürle savaşıyorduk!
Osmanlı tarihi zemininde Millî Mücadele’yi verdik, sonra Osmanlı tarihini inkâr etmek siyaset oldu. Osmanlı Türk’e zulmetmişti. Osmanlı olmasa idi Türkler daha güçlü bir millet olacaklardı. Osmanlı Türklerden tarihini aldı, dilini aldı, kültürünü aldı, kimliksiz bıraktı!
Tarih başlangıcı olarak Cumhuriyet’i esas almak için böyle bir siyaset takip edilebilir. Cumhuriyet’in meşruiyetini bu görüşlere dayandırmak ise, külliyen kökleri inkâr etmek anlamına gelir ki, kabul edilebilir değildir ve kimlik kaybına yol açar.
Ankara’da şimdi Ulus denilen Millet meydanına dikilen heykelin kaidesinde köklü bir ağaç ve bu ağacın kopmuş veya kesilmiş gövdesinden çıkan yeni ve gür bir filiz resmedilmiştir. Köklü ağaç Osmanlı’yı, bu köklerden çıkan gür filiz Cumhuriyet’i sembolize eder. Anıt 1927’de tamamlanmıştır.
1930’lu yıllarda artık bu kökler bir kenara bırakılmıştır. Bu toprakların bin yıllık tarihi bir kenara atılarak ya uzak coğrafyalara gidilmiş ya da Anadolu’nun İslâm öncesi geçmişi öne çıkarılmıştır. Osmanlı ve Selçuklu değil de Hititler, Sümerliler Türk’tür denilmek istenmiştir.
Tarih tezi. 10. Yıl Marşı’ndaki bir mısra ile özetlenebilir:
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.
Bunu asıl tarihte yokuz olarak anlayabilir miyiz? Çünkü bizim için Selçuklu ve Osmanlı yok sayılarak bir tarih söz konusu olamaz.
Türk Tarihi’nin Ana Hatları’nın Medhal (Giriş) kısmı, 1931’de Devlet Matbaası’nda basılmıştır. Bu 87 sayfalık “Giriş”te ne Selçuklu ve ne de Osmanlı kelimeleri geçer! Osmanlı padişahlarından hiç söz edilmezken Timurlenk ve devleti üzerinde durulur. “Türk’ün ana vatanı orta Asya yaylası”dır! denilir.
Anadolu, daha doğrusu Ön Asya binlerce yıl önce Orta Asya’dan göçler vesilesiyle anılır. Burada Türkler Sümer, Akat, Elam medeniyetlerini meydana getirmişlerdir. Anadolu’daki varlığımız böylece 7 bin yıl önceye götürülür ve 4 bin yıl öncenin Hitit’leri Eti olarak adlandırılır, bu konudaki dipnotta ise “Etiler Hata Türkleridir. Hata, Çinin şimalindeki ülkelere verilen isimdir… Hitit kelimesi buradan muharref (bozma) olacaktır.”
Bu metinde şu söylenmektedir: “Anadolu’nun vatan edinilmesi konusunda Selçuklu’ya ve Osmanlı’ya borcumuz yok!”
Bu tarih tezi öğretim sisteminin esası yapılmasına ve yetkili ağızlar tarafından sürekli tekrarlanmasına rağmen halk tarafından benimsenmedi. İlim dünyası tarafından ise hafifsendi!
Bu arada tarih şuurumuzu yapan, Türkiye’nin gerçekçi temelleri üzerinde, millet varlığının tabii gelişimi konusunda fikirler yayılmaya başladı. Yahya Kemal, Millî Mücadele yazılarında, bilahire şiirlerinde tabiî bir millet olarak bu toprakların insanını tanımlamaya çalıştı. Bir edebiyatçı olarak tarihçilerden daha tesirli oldu. 1924’te yayınlanan Anadolu Mecmuası, Türkiye için köklerine basan bir tarih görüşünün zeminini hazırladı. Bu dergide bilhassa Mükrimin Halil’in yazıları uzun vadeli düşünülürse, derin tesirler meydana getirdi. Onun hem Malazgirt Savaşı’nı, hem Alparslan’ı ve Selçukluları anlatan/yücelten yazıları dergi sayfalarından taştı. Anadoluculuk fikriyatının böyle güçlü şekilde ifadesi uzun vadede, Anadoluculuğu aşan bir tesir meydana getirdi. Bu arada tarihçilerimiz tarih tezine takılmadan Selçuklu ve Osmanlı araştırmalarına yöneldiler, mühim eserler ortaya koydular.
“Bin yıllık tarih” tezi tek partinin ideolojik baskısının zayıfladığı yıllarda, 1950’lerden sonra güç kazanmaya başladı. Bunda bir taraftan Yahya Kemal’in Malazgirt’i başlangıç alan konuşma ve şiirleri diğer taraftan Nureddin Topçu’nun 1939’de Hareket mecmuasında yayınlanan “Benliğimiz” yazısından başlıyarak ileri sürdüğü görüşler etkili oldu.
Bu topraklara bağlı bir tarih, millet ve milliyet kavramlaştırması eğer Cumhuriyet’in başından itibaren kabullenilse idi, bugün çok daha bütünleşik bir toplum olabilirdik.
Sentetik millet ve milliyetçilik arayışı Türkiye’de kültür, dil ve tarih konularında ciddi zihin karışıklığına yol açtı. Ancak Malazgirt Zaferi’nin 900. Yılında, 1971’de ilk defa devlet ilgisiyle ciddi olarak kutlanması, her ne kadar daha sonra bu ilgi geri çekilmişse de bir başlangıç oldu. Malazgirt’te yapılmakta olan anıt ancak 1989’ta açılabildi. Burası aynı zamanda tören alanı haline getirildi. Bundan yedi sekiz yıl önce kutlamalar vilayetin altın ödüllü at yarışlarından ibaret hâle gelmişti!
Son yıllarda Cumhurbaşkanımızın ilgisi ile Malazgirt kutlamaları daha geniş katılımlı ve görkemli hâle getirildi. Biz 4 sene önceTarihî Roman ve Roman’da Tarih Bilgi Şöleni vesilesiyle bulunduğumuz Malazgirt’te hummalı bir faaliyete şahit olduk. Malazgirt savaşının cereyan ettiği alan Millî Park olarak düzenlenmeye başlanmıştı. Bu hummalı faaliyet, Malazgirt Zaferi’nin 950. yıldönümüne hazırlık mahiyetinde idi.
Bu konuda da maddî olarak çok şey yapılıyor. İşin maddesi tamam, asıl ruhu, özü…Herhâlde o da arkadan gelecek!