Doğu’da ve Batı’da akan bereketli bir pınar
Herkes kendi zannınca yar oldu bana; [ama kimse] içimdeki sırları aramadı (Mesnevî, I/6)
Bir dinin, hayat tarzının ya da neşenin yeni bir beldede neşvünema bulması, uzunca bir süreç gerektirmesinin yanı sıra onları intikal ettirenin hedef kitlede muazzam bir karşılık bulmasına da bağlıdır. Tasavvufun Batı’ya intikalinde bahsi geçen karşılığın büyüklüğü ise tercümeler ve gönüllü faaliyetlere ilaveten bizzat “yol”dan menkul bir bereketin cazibesini barındırır. Tasavvufun Batı’daki seyri takip edilirken, somut birtakım göstergelerin yanında bu metafizik boyut gözden kaçırılmamak durumundadır.
Doğu’da olduğundan bir miktar farklı olarak Batı’da İslam’a yönelik ilginin fitilini ateşleyen husus, modernitenin açmazları nedeniyle belli bir arayışa yönelen insanlar için İslam’ın bâtınî yönüne karşılık gelen tasavvufun daha öncelikli bir konumda yer almasıdır. Tasavvufun Batı’daki uzunca seyri esnasında, tercüme edilen eserler ve sûfîyane hayat tarzını benimseyenlerle karşılaşmalar, hafızalarda sûfîlere ve onların hayat tarzlarına yönelik aşinalıkları beraberinde getirmiş ve ihtida gibi çok katmanlı olarak değerlendirilmesi gerekli hadiselerde önemli bir yer tutmuştur. Hâfız’ın Divân’ı, Ömer Hayyam’ın Rubâîleri ve Sâdî’nin şiirlerinden yapılan tercümelere ilaveten 17. yüzyıldan itibaren İbn Arabî ve Mevlânâ Celâleddin Rûmî gibi sûfîlerin eserlerinin tercümeler yoluyla geniş kitlelere ulaştırılması hem edebiyat ve felsefe çevrelerinde hem de arayış içindeki geniş kitleler nezdinde büyük bir alâkaya sebep olmuştur. Alâkanın sıhhatli bir şekilde maksada ulaştırması ise elbette bir nasip meselesi olarak değerlendirilmektedir. Bu noktada, kitlelere ulaştırılmak istenen şeylerin hakikatle ne ölçüde uyumlu olduğu sorusu akla gelebilir. Batı’da tasavvufun umum nezdinde ele alınışı, ilk bakışta kültürel ya da folklorik bir unsura indirgenmiş görünse bile yeri geldiğinde tâlip ya da muhiplerin zuhur etmeleri mümkün olabilmektedir.
Tasavvufun müesseseleşmiş halleri olarak tarîkatların bu yolun tanıtımı için gerçekleştirdikleri faaliyetler, geçmiş dönemlerde de vuku bulmuş ve istismarların önüne geçilmesi için gerekli adımlar atılmıştır. Tarîkatların mukabeleleri, merâsimleri mahrem addedilip “ağyâr”a açık icrâ edilmeseler de kimi durumlarda yabancı konukların maksurelerde bulunmalarına müsaade edilmiştir. Bu da tecrübe edilen hakikatleri paylaşmaya yönelik bir çabanın varlığını gözler önüne serer. Diğer taraftan, tarîkat mensupları popülerlik elde etmeyi değil her zeminde aslî halde bir temsili şiar edinmişlerdir. Bunun bir örneği ise Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfedişinin 400. Yılı münasebetiyle 1893’te tertip edilen Chicago Dünya Fuarı’na diğer pek çok ülke gibi Osmanlı Devleti’nin temsil edilmesi sırasında yaşanmıştır. Sultan II. Abdülhamid’e söz konusu fuara katılımla alakalı bilgi verilirken, nispeten küçük ölçekli olarak inşa edilmesi öngörülen camii, çarşı ve diğer bazı ticarî temsillere ilişkin bilgi verilir. Bu arada bir Mevlevî mukabelesinin icrasına yönelik talep aktarılınca, Sultan’ın buna şiddetle karşı çıktığı dile getirilir. Tarîkatlara mahsus bu merâsimlerin hususî niteliğini vurgulayan Sultan, hazırlıklardaki bu özensizlik sebebiyle programın iptalini ister. Ancak yetkililer hatayı kabullenip bu icranın gerçekleştirilmeyeceği konusunda Sultan Abdülhamid’e teminat verirler ve böylece Osmanlı Devleti, Chicago Fuarı’na iştirak eder. Sultan Abdülhamid’in yaklaşımı, esasen genel bir hassasiyetin yansımasıdır. Tarîk erkânı ve usulünü muhafazaya yönelik hassasiyet, yollardaki “sırrî” niteliklerin muhafazası anlamına gelip tasavvufun hem nazarî hem de amelî düsturlar barındıran canlı bir olgu olduğunu gözler önüne seren faaliyetlere mânî değildir. Dünyanın dört bir yanına giderek bu düsturları tatbik etmeye çaba gösteren dervişlerin faaliyetleri, tasavvufun yaşanabilir olduğu ve kendilerinde gözlemlenen izzetin kaynağının bizzat Dîn-i Mübîn olduğunu ortaya koymuş ve koymaya devam etmektedir.
İslam ülkeleri dışındaki neredeyse her ülkede yukarıda bahsi geçen âşinâlıkların yolu bir şekilde Hz. Mevlânâ ve Mesnevî’si ile kesişmektedir. Hz. Mevlânâ, Doğu’da olduğu gibi Batı’da da öylesine büyük bir tesire sahip olmuştur ki İbn Arabî ve Mevlânâ Celâleddin Rumî ile alakalı birçok çalışmaya imza atmış William Chittick, bu büyük sûfînin Gazâlî ile birlikte Batıdaki şarkiyatçılar tarafından en fazla mütalaa edilen sûfi olduğunu dile getirmektedir. Hz. Mevlânâ ve eserlerinin tüm dünyada diğer herhangi biriyle karşılaştırılamayacak ölçüde bir teveccühe mazhar oluşu bakımından bu büyük fakih ve sûfînin eserleri, poetikası ve hayatına dair mâlûmatın intikali üzerinde durulurken, metafizik anlayışının temelini oluşturan tevhid perspektifi, tasavvufî duruşu ve fikriyatının diğer pek çok unsuru neredeyse gözden kaçırılmaktadır. Oysa bizzat eserlerinden neşet eden bir tür manevî çekim ya da cezbenin öncelikli olduğu üzerinde durmak, bahsi geçen teveccühün mahiyetini anlamamızı kolaylaştıracaktır. Bu noktada onun eserleri ve hayatına dair yapılan çalışmaların öncülleri kabul edilebilecek tercümelere kısaca değinmek yerinde olur. Zira neredeyse her dilde yapılan bu tercümeler birbirlerini etkiledikleri kadar gelecek çalışmaların da zeminini teşkil etmişlerdir.
Mevlevîlik’in Batıya intikali açısından Osmanlı diyarına gelip giden seyyâhların ve kaleme aldıkları seyahatnâmelerin katkıları inkâr edilemez. Münhasıran İstanbul’da vazifeli sefirlerin Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik ile alakalı intibaları ve tercümeleri de sonraki birçok çalışmaya ön ayak olmuştur. 19. yüzyılda özellikle İstanbul’da görev yapan Fransız sefir Jacques van Wallenbourg (1763-1806) İstanbul’da geçirdiği altı yıllık süre zarfında Mesnevî’yi Fransızcaya tercüme etmiş ancak 1799 yılında Pera’da çıkan bir yangında bu tercüme yanıp kül olmuştur. Sonraki yıllarda Joseph Freiherr von Hammer-Purgstall (1774-1856) gibi Mevlânâ’yı Batıda tanıtmaya çalışan çok sayıda şarkiyatçı tarafından Almanca, İngilizce, Fransızca ve diğer pek çok dilde kısmî ya da tam tercümeleri yapılır. Purgstall, Geschichte der schönen Redekünste Persiens isimli Fars edebiyatının tarihini ele aldığı eserinde Mevlânâ’ya geniş yer ayırır.
Oryantalist bakış açısının yoğun bir biçimde hissedildiği ve kimi açılardan tasavvufun İslam’dan farklı bir kökenden geldiği kurgusunun belirgin olduğu çalışmalar bir tarafa Annemarie Schimmel, Eva de Vitray-Meyerovitch, William Chittick, Carl Ernst gibi Batı’da meselelere ilmî bir bakış açısı ile bakan araştırmacılar Mevlânâ ve eserlerinde içkin hakikatleri izaha gayret etmişlerdir. Bir Mevlânâ aşığı kabul edilen ve genelde tasavvufu özelde ise The Triumphal Sun gibi Hz. Mevlânâ’nın fikriyatını merkez alan çok sayıda çalışmaya imza atmış Annemarie Schimmel, Purgstall’ın Mesnevî’den ve Divân’dan yapmış olduğu tercümelerin tıpkı daha önce Hâfız’dan yapmış olduğu tercümeler gibi mükemmel olmamakla birlikte en azından şiirdeki anlam yükünü yansıttıklarını ifade eder. Purgstall’ın Hâfız’dan yapmış olduğu tercümelerden ilhamla West-Östlicher Divan’ı kaleme alan Goethe ise Purgstall’ın Mevlânâ’dan verdiği örneklerden etkilenmemiş görünmektedir. Mesnevî’nin Ganj kıyılarından İstanbul Boğazı’na kadar tüm sûfîlerin el kitabı olduklarını ifade eden Purgstall’ın teşvikiyle V. Von Hussard (1788-1850) da Fundgruben des Orients dergisi için Mesnevî’den seçtiği bazı kısımları tercüme etmiştir.
F. A. D. Tholuck 1821’de Ssufismus sive theosophia Persarum pantheistica isimli çalışmasında Mesnevî’den tercümeler yapmıştır. Batı’da edebiyat ve felsefe çevrelerinde Hz. Mevlânâ’ya yönelik ilgide önemli pay sahiplerinden birisi olan Friedrich Rückert (1788-1866) ise Ghaselen başlığını taşıyan eserinde, Mevlânâ’nın 44 gazelini Almancaya tercüme etmiş ve bunu 1836’da yine gazellerden oluşan ikinci bir kitap izlemiştir. Rückert’in tercümeleri genel okurun yanı sıra Hegel gibi önemli isimler üzerinde büyük etki bırakmıştır. Hz. Mevlânâ’ya olan teveccüh yalnızca edebiyat çevrelerinde değil felsefî halkalarda da müşâhede edilmektedir. Sözgelimi Hegel, Felsefî Bilimler Ansiklopedisi’nin “panteizm” maddesinde Hinduların Birlik anlayışlarına mukabil en saf haliyle Bir’in şuurunun ne olduğu konusunda Müslümanlara özellikle de Mevlânâ’ya istinat edinilmesi gerektiğini ifade ederken Rückert’in tercümelerinden yararlanmıştır. “Mükemmel” olarak tanımladığı Mevlânâ’da nefsin Bir ile birliğinin ortaya konduğunu ve bu birliğin aşk olarak tasvir edildiğini aktardıktan sonra bu manevî birliğin bayağılık ve sınırların ötesinde yer alarak tabii ve manevî olanın bir tezahürü olup ampirik seküler ruhun mahiyetinin geçiciliğini bir kenara bırakmakla özdeş olduğunu ifade etmektedir. Mevlânâ’yı tarihteki en büyük şair ve düşünür olarak görenler, Hegel’le sınırlı değildir. Nitekim Alman şair Hanns Meinke (1884-1974) de yaşadığı karanlık dönemde onu yegâne umut olarak gördüğünü aktarır.
Almanca tercümeler arasında V. von Rosenzweig-Schwannau tarafından 1838’de Mesnevî’den seçmelerin yer aldığı Auswahl aus den Divanen Dschelaladdin Rumis’e ilaveten 1849’da Alman diplomat Georg Rosen’in yapmış olduğu kısmî tercüme zikredilebilir. Rosen’in bu tercümesi başta Purgstall olmak üzere birçok kişi tarafından tenkit edilmiştir. Hermann Ethé (1898-1902) de Grundriss der İranischen Philologie isimli eserinde onu Doğu’nun en büyük şairi olarak tanımlamakla kalmaz ayrıca “dünyadaki en büyük panteist şair” olduğunu ekler. Almanca tercümeler, daha sonra yapılacak tercümeler için de bir kılavuz işlevi gördüğü gibi New England Transandalistleri gibi akımlar üzerinde belli bir etki bırakmıştır.
İngilizce konuşulan beldelerde de Hz. Mevlânâ’nın eserlerinin çok sayıda tercümesi yapılmış ve günden güne tanınırlığı artmıştır. Bunlar arasında Sir James Redhouse ve H. Whinfield tarafından yapılan çalışmalar zikredilebilir. Reynold Alleyne Nicholson’ın tercümeleri de Hz. Mevlânâ ile alakalı günümüze kadar yapılan çalışmalara büyük katkı sağlamıştır. Nicholson’ın 1898’de yayınlanan Selected Poems from the Dīvān-i Shams-i Tabrīz’i alandaki önemli çalışmalar arasında zikredilir. Nicholson’ın tercümeleri elbette bununla sınırlı değildir. Tasavvuf ve sûfîler üzerine yoğun mesai harcayan Nicholson’ın Mesnevî tercümesi, kendisinden sonraki birçok çalışmaya vesile olmuştur. Nicholson’ın tilmizi A. J. Arberry de hocasının izinden giderek çok sayıda tasavvufi eseri İngilizceye tercüme etmiştir. Arberry Fîhi mâ fîh tercümesinin girişinde, Hz. Mevlânâ’nın bereketinin hâlâ mevcut olduğuna ve irşâdının devam ettiğine inanan binlerce kişi olduğunu, eğer bu doğruysa büyük oranda yazıları ve şiirinde mevcut olup derûnumuza ulaşan alâkalarından kaynaklandığını dile getirir.
Günümüze gelindiğinde Coleman Barks, Ibrahim Gamard, Franklin Lewis, Leonard Lewisohn gibi çok sayıda mütercim ve araştırmacı, İngilizce konuşulan beldelerde Hz. Mevlânâ’nın daha geniş kitlelere ulaştırılmasında katkı sağlayanlar arasındadırlar. Bu isimlerden Coleman Barks’ın tercümelerinde murat edilenin değil daha ziyade tasavvur edilenin yansıdığı ifade edilmektedir. Elbette bu durum, tercümelerin alıcılarının olmadığı anlamına gelmez. Örneğin Mesnevî’den bir beyte ilişkin Out beyond ideas of wrongdoing and rightdoing, there is a field/ I’ll meet you there şeklindeki tercümesinin son zamanlarda evlilik merasimleri esnasında sıkça okunduğu aktarılmaktadır. Hz. Mevlânâ’nın şiirlerinin tercümelerinde biçim ve anlamın korunması her zaman mümkün olmamaktadır. Barks’ın tercümelerinde görüldüğü gibi murat edilen anlamdan çok tercüme edenin anlayışı öne çıkabilmektedir.
Hz. Mevlânâ’nın dünya görüşünün İslam’la olan irtibatı görmezden gelinerek yapılan tercümelerden endişe edilmekle birlikte Amerika ve diğer bölgelerde Mevlânâ’nın eserleriyle meşgul olan milyonlarca okurun varlığı çarpıcı bir duruma işaret eder. Diğer bir deyişle, Batı’da milyonlarca okurun varlığı, esasen milyonlarca Mesnevî ya da diğer bir eserinin baskısının elden ele dolaştığı anlamına gelir ki İslam dünyasında böylesi bir dolaşımın söz konusu olmadığı da baskı sayıları ile kolayca belgelenebilir durumdadır.
Hz. Mevlânâ’nın eserlerinin yalnızca tercümelere değil çok sayıda beste ve görsel sanata da konu olması, üzerinde durulması gerekli diğer bir husustur. Bununla birlikte, Batı’da Hz. Mevlânâ neredeyse ortak bir miras olarak algılanıp kimi çevrelerde Müslüman hüviyetinden bağımsız olarak görülmeye/gösterilmeye çalışılsa bile genel itibarıyla İslam’a ve Müslümanlara yaklaşımlarda olumlu bir bakış açısının oluşmasında bir muharrik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum, Hz. Mevlânâ’nın bir kargaşa döneminde arayışa yönelen kimseler için mecburî bir melce olmaktan çok çağın hastalıklarının pençesinde kıvranan binlerce kişiye saf İlahî muhabbeti sunmasından kaynaklanmaktadır. Eserlerini büyük oranda tasavvufî irfânın, bilhassa Hz. Mevlânâ gibi nazarî ve amelî seviyelerde temâyüz eden üstadların günümüz insanına vadettikleri konusuna ayıran Seyyid Hüseyin Nasr, bugün maneviyat fukaralığından mustarip ve çirkinliğin adeta bir norm haline geldiği Batı’da, Mevlânâ’nın modern dünyanın çektiği hastalıklara bir panzehir olduğunu dile getirmektedir. Ne var ki onun sunduğu acı reçeteye uyulduğu nispette söz konusu hastalıkların üstesinden gelinebilir. Böylesi bir mücadelenin başarısı ise Hz. Mevlânâ’yı salt şair olarak değil “ötmekten çok rûhu harekete geçirecek nağmeleri şakıyan kuşlar gibi İlâhî sırların bir sözcüsü (porte-parole) olarak görme”ye bağlıdır. Son tahlilde, Nasr’ın da işaret ettiği üzere hakikate dair bir şuurun yanı sıra Rahmet’in bir veçhesi olarak Hakk’a sevk etme işlevine sahip cemâlin husûle getirilişiyle, Hz. Mevlânâ’nın manevî varlığının insanların etraflarında ördükleri mahrumiyet zindanından kurtulmaları için bir fenere dönüşmesi mümkün olacaktır.
Her şeyin metaa indirgendiği bu çağ-Hindulara göre Kali Yuga, Müslümanlar içinse Ahirzaman- insanların illet ile devâyı bir arada görebildikleri bir döneme işaret etmektedir. Asırlar boyu kıvam alan tecrübeye mutabık adımlar atıldığında, çağın karmaşası dışında kalıp hikmet odaklı bir hayat sürmenin, içinde bulunulan kaos ortamına çeki düzen getireceğinden kimsenin şüphesi bulunmamaktadır. Ne ki illet ve devânın, diğer bir deyişle imkân ve sapmanın aynı anda mevcut olması, bizi agâh bir halde iyiye ve güzele sevk edecek vasatlara ulaşmanın da önceki devirlere oranla daha güç olduğu göstermektedir. Hz. Mevlânâ ve bize önerdiği ilacın tedavi ediciliği ise onun mensubu olduğu geleneğin düsturları uyarınca hareket etmeye bağlıdır. Hz. Pîr’in yolunun İslam’la çelişik ya da en azından ondan uzak gösterilmek suretiyle başka bir doğrultuda sunulması, mesajı çağlar geçtikçe hakikatini yitirmeyen bu büyük sûfînin savunduğu mehabet bağlamından koparılarak baştaki beyitte bizzat Hz. Mevlâna tarafından dile getirildiği üzere “sırrı”nın görmezden gelinip hikemî unsurlarından uzaklaştırılarak bir “evrensellik” kisvesine büründürülmesi, murat olunan devâdan ziyade illeti katmerleştirecek olumsuz bir duruma yol açacaktır. Son tahlilde, Doğu’da ve Batı’da art niyetli kimi kuruluşlar Hz. Pîr’in isminin ardına sığınarak faaliyetler yürütüp onun fikriyatı ile neşesini aksi bir halde yansıtmaya yeltenseler bile asl’a muhalif hareketlerin verimsiz olacağı muhakkaktır. Selam o ve onun gibilerin sundukları acı reçeteyi tatbike hazır canlara.
DOÇ. DR. NURULLAH KOLTAŞ*
(*Trakya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Tasavvuf Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi.)
Gerçek Tarih Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.
***
KAYNAKÇA:
Annemarie Schimmel, The Triumphal Sun-A Study of the Works of Jalāloddin Rumi, Londra: East-West Publications, 1980.
———. Rumi’s World, Boston: Shambala, 2001.
Jawid Mojaddedi, Beyond Dogma- Rumi’s Teachings on Friendship with God and Early Sufi Theories, New York, Oxford University Press, 2012.
The Philosophy of Ecstasy-Rumi and the Sufi Tradition, ed. Leonard Lewisohn, Bloomington, World Wisdom, 2014.
William C. Chittick, The Sufi Doctrine of Rumi, Bloomington, World Wisdom, 2005.
———. The Sufi Path of Love, Albany: State University of New York Press, 1983.