Efrâdını câmi, âğyârını mâni
Çok sevdiğim bir cümle var. Ne zaman bir şeyin özünden bahsetsem kullanırım:
“Efrâdını câmi, ağyârını mâni.”
Madde ve manayı insan aklında bir yanıp bir sönen şüphelere mahal vermeden, kendi özüyle kapsayan, durumu hülâsa etmeye yarayan müthiş bir cümle bu. Bu cümle ki, sarf edildiği an bir nokta hükmünü alır ve söylendiği durumun dışında kalan her şeyi gayet tabî bir şekilde bertaraf eder. Çünkü bu cümle, bir durumun kendisiyle alakalı her şeyini toplamak, cem etmek ve gayrısını men etmek demektir. Bu cümlenin manasını bekleyen yegane tehlike, cahillerin noktayı çoğaltmasıdır.*
Zaman, sırtında vadeli bir telaş ile süratle geçip gider. Şehirlerin meydanları her gece boşalır, her sabah yeniden dolar. Otomobiller, insan sesleri, bilgisayar tıkırtıları, dijital yalnızlıklar, moda ve tükenmesi an meselesi olan, gittikçe yıpranan sabırlar; çağın hoyratlığından yüz bularak ışıklı, göz alıcı avuntularıyla etrafımızda dolanırlar. Bu hoyratlıktan insana düşen: herkes her durumda nokta koymaya, yani “efrâdını câmi ağyârını mâni” kılmaya muktedirdir artık. Herkes bu imtiyazı talep edebilir ve ne ilginçtir ki herkes aslında çoğalmaması gereken noktayı bu imtiyazla çoğaltabilir. Zaman böylelikle özünü, yani hülâsasını yitirmiştir.
Zamanı ne denli kolay açıklayabilirsek, onu o denli tanırız. Dallanıp budaklanan ve kronolojik tasniflerle pay edilen zaman, insanın ona teslim olacağı yerde, bilerek ve isteyerek mahkum olmasından başka bir şey değildir. Oysa teslimiyet ile mahkumiyetin arasında hiç de azımsanamayacak bir fark bulunmaktadır. Zamana teslim olmak ona yenilmek değildir, ama zamana mahkum olmak zamana yenilmek, onu bir düşman olarak tanımlamaktır. Esas tehlike burada yatmaktadır.
Sürat ve aceleciliği elzem kılan “yetişme” duygusu, insanın elini kolunu bu noktada bağlamakta, onu bu noktada kendisine borçlu kılmaktadır. Bugün insan elinden, nazarından, maharetinden çıkarılmaya çalışılan her şey, insanın böyle, sürate karşı tedbirsiz ve yetersiz addedilmesinden kaynaklanmaktadır. Bugün insana ve insanı dönüştürmeyi çalıştıkları ne varsa, insanın teferruatı bol dünyasında avunduğu atılımların yanlış yorumlanmasının bir aksinden ibarettir.
İnsan, kendi idrakiyle efrâdını câmi ağyârını mâni kıldığı her şeyi ve bizzat kendisinin koyduğu noktayı, kendisine hak bildiği imtiyazlar sebebiyle, kontrolsüzce bilinmezin eline teslim etmiştir.
Sanat, piksel marifetiyle devasa monitörlerde çoğaltılmış, mimari, kavram karmaşasıyla mekanın özünden ziyade kabuğu katman katman gösteren yani onu çoğaltan bir araç haline gelmiştir. İletişim soyut, hayalî ve samimiyetten uzak çoğul bir mekaniğe dönüşmüş bir köşede sızlanmaktadır. Adımlar sık, başlar önde, telaş çoğul ve her yerdedir. Ölümler bile bireysel ve tekil değildir artık. Nitekim salgında da olduğu gibi ölümler çoğul ve sayılar ile ifade edilmektedir.
Bu vaziyet birçok soru işaretini de kendisiyle beraber getirmektedir. Bilgiye erişimin daha zor olduğu yıllarda, kısacık ömürlerin cilt cilt ortaya koyduğu nitelikli eserler nasıl yetişmiş, zamana nasıl yenik düşmemiştir? Birer abide olarak insanlığın başında yükselen eserler nasıl tamamlanmış, nasıl günümüze gelmiştir?
Zaman misal verilen geçmişte daha mı geniş, daha mı taze, daha mı bereketlidir?
Zamana mahkum olmak yerine teslim olan geçmiş şahsiyetler, bin türlü atılım için bin türlü ışıklar doğuran, suni ve dolambaçlı ve teferruatlı “hakikat benzerlerinin” peşinde dolanarak avlanıp, zamana mahkum olan bizleri görseler ne derlerdi acaba?
Teferruat ipinin ucu elden kaçtı mı, yarar zarara, şekil göz boyamaya, ses curcunaya döner ve insan efradını cami, ağyarını mani kılmak şöyle dursun, bu yanlış silsilenin bir parçası haline gelir. Oysa hakikate yakın olan her şey sadedir. Bu yüzden hakikate yakınlaştıkça imgesellik azalmakta, dolaylı olan her şey, dolaysız ve berrak bir hal almaktadır.
Çağ, teferruatlı ve imgesel bir algı anlayışının içinde sürüp gitmektedir. Böylece zaman katmanlaşmakta, nokta çoğalmakta, insanî olan ne varsa tükenmektedir. İmgesel paralar, imgesel toplumlar, imgesel kelimeler sanal bir zeminde gerçeğin ve gerçekliğin tekil yapısına tezat olarak çoğul ve yapay bir aldatmaca sunmaktadırlar. Bu aldatmacaların hepsi de tıpkı birer nokta gibi birbirlerine benzemekte, birbirlerini tetiklemekte ve birbirlerinin yerini tutmaktadırlar. Nitelik, efrâdın câmi olamamasından dolayı ağyâr olanın niceliğine dönüşmüştür.
Maalesef, insanın artık kendisine bahşedilen “efrâdını câmi, ağyârını mani kılma” feraseti körelmiştir. Birbirine tesir eden, birbirinin içine hücum eden, birbirini gerçekliğe öykünen sanal bir zeminde mütemadiyen çoğaltan noktaların esasını tespit etmek mümkün gözükmemektedir. Artık insan, efrâdını câmi, ağyârını mani kılmak yerine, teferruatların baş döndüren taşkınlığı içinde “efrâdını mani, ağyârını câmi” kılmakta ve hülâsayı, özünü ve muhtaç olduğu pratik sadeliği günden güne yitirmektedir.
*Hz. Ali’ye isnat edilen: “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.”