Saba makamı insanlığa ne söylemektedir?
Yeryüzünde duyulan sesler arasında Saba makamı kadar muntazam ve güzel bir makam yoktur desem, mübalağa mıdır?
Hatırlıyorum, lise yıllarımın kaygılı gecelerinde, başımı bir tatlı hüzün gibi saran uyku rüzgarlarına hasret, yatağımda oturur, geceyi dinler, eğer bir de uyku rüzgârlarının beni o gece sarmayacağından eminsem, uykunun lezzetini Üstat Necip Fazıl’ın eserlerinin sayfalarında arardım.
Geceler boyu şuurumda eriyen; “Babıali’ler, Kafa Kağıt’ları, O ve Ben’ler…”
En nihayetinde başucumdaki pencereden baktığımda titrek ağaç dallarının arasından süzülen ilk aydınlığın titreşimlerinden anlardım ki, vakit yakındır…
Sabah ezanları o kendisine münhasır hüzün dolu saba makamıyla sabahı müjdeleyen aydınlığın içinden sızarak şehrin üzerine yayılacaktır. Artık ne uykunun, ne girift rüyaların, ne de gecenin o her şeyi karanlığı ile örten efsununun bir kıymeti vardır.
Zaman, bir günlük müddet ile ölçülen döngüsünü tamamlamış, gece sona ermiş, güneş, yüksek dağ başlarından, gecenin hiddetini içen ovalara, diyar diyar uzanan tenha yollardan şehirlerin ortasına uzanmayı bekliyor… Bu bekleyişi hissederek doğrulur, odamın solgun ışığı altında Saba makamını, sabah ezanlarını dinlerdim.
Hatta lise yıllarımda, yıllık ödevim olarak seçtiğim roman yazma konusu ve yazdığım o cılız, biraz da çocuksu romanımın isminin “Saba” olması aslında bu bekleyişin katıksız bir yansımasıdır diyebilirim.
Romanımı hatırlıyorum, psikolojik tahlilleri ile maruf, başarılı bir şairin buhranı ve yaşadığı sanat kaygısından ibaretti. Sonunda şair, sabaha karşı ilhamını beklerken ani bir kalp kriziyle vefat ediyor ve ruhunu teslim ettiği anda sabah ezanları o hüzün dolu makamıyla okunmaya başlıyordu.
Uzun yıllar sonra bu kez bir Ney’in ayrılığı anlatan feryadından dinledim Saba makamını. Yine bir bekleyişin içinde buldum kendimi.
Neyi bekliyordum peki?
Aslında topyekûn insanlığın beklediği şeyi…
Fuzûlî merhumun;“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge, Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı.” kelâmından, bir sabah vakti her ferdin kapısını aralayacak müjdeyi belki de. Belki de her ferdin sadece kendisinde, kendisi için yandığı ateşin, ufuklara çalınacak yangın yalazında erimesini ve her fertten tek tek sızarak bir bütün haline gelmesini… Ufuklarımızdan gönüllerimize sirayet edecek güneşi…
İnsanlık, yani bizler, o güneşi bekliyoruz ki, ahengi ve ısıtan ahvali ile bizi gittikçe “vahameti kendinden menkul” çağın çetin ve korkutucu soğuğundan kurtarsın.
Çetin buhranlarımızla kapadığımız pencerelerimiz aralansın… Bir uyanış ve bir doğuş vehmi sarsın bizi…
Oysa şöyle bir bakarsak, bu doğuş fikri bir vehimden ibaretmiş hissi veriyor değil mi? Bu fikre bir vehim gibi bakanlar haksız da sayılmazlar aslında.
Uzun zamandır dünya doğan ve batan güneşin idrakine mâlik değil… Nasıl olsun ki? Ekonomik hezeyanlar, kindar bakışlar ve insanın refaha erişebilme kaygısıyla adeta bir mücadele abidesi olarak şehirleri doldurması çarpıcı bir tablo olarak karşımızda…
Bu fikri, daha doğrusu her insanî fikri bir evham haline getiren de bu tablo…
Şimdi insanı çepeçevre saran incecik ve tezahürü pek hoş kaygılardan ziyade insanların kalplerini kalın bir zırh edasıyla bürüyen plastik kalıplar var.
Bu plastik kalıpları eritecek olansa Saba makamı ve insana her kulak verdiğinde derin ve asude bir hülyanın kapılarını açan o tüm makamlar, kubbe kubbe çoğalan taştan abideler ve hece hece büyüyen dilimiz gibi hakiki ve kudretli bir ateştir.
Bu ateşin kaynağı mı?
Fıkır fıkır, kıvrım kıvrım kaynaşan ve tecellisini daima muhafaza eden bir yerde… Köklerimizde…
Saba makamı alternatif tıbbın insan ruhuna eğildiği kadim gelenekte cesaret verici bir makam olarak addedilmiştir. Sabah ezanıyla katmerlenen ve şehirlerin semalarında tülden, ince bir akis halinde dolanan Saba makamı da yeni bir güne başlamaya cesareti hatırlatmaz mı bizlere?
Her başlayan gün yeni bir zamanın, durumun, şartın da başlamasıdır…
Vaktimiz elverirse, doğacak günün çekingen aydınlığını kuytulardan büsbütün mekana akıtan o uhrevi zamanın içinde, bir seher vaktinde, Saba makamını, sabah ezanlarını sadece tüm kalbimizle değil, baştanbaşa her uzvumuz bir kulak kesilmiş olarak dinleyelim…
Gün doğmadan neler doğmaya namzettir, görelim.
Selimcan Yelseli – gercektarih.com.tr