Sezai Karakoç gözüyle Mevlânâ-4
3. Mevlânâ’nın Çağrısı: “Gel” Hitâbının Iskalanan Tarafı
Sezai Karakoç, daha önce yazmış olduğu Yunus Emre adlı eserinde, Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî, Yunus Emre ve Serhat akıncılarını “Anadolu’nun bu yüzyıllardaki önder kurucuları”, hatta Mevlâna’yı da “Anadolu’nun yeniden kuruluşunda… metafizik plânın mimarı” olarak görür. (Yunus Emre, 13)
Bu çerçevede Yunus Emre’nin de Mevlânâ’yı bir “görklü nazar” sahibi gördüğünü ve ona saygı duyduğunu Yunus’un şu beytine dayandırır (Yunus Emre, 14):
Mevlâna Hüdavendigâr bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır
Bu beytin Yunus’a aidiyeti akademik çalışmalarda da gösterilmiştir. (Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, 10)
Mevlânâ’nın insanlığı Hakk’a çağırdığını teslim etmekle beraber Sezai Karakoç, meşhur “Gel…” çağrısının doğrudan doğruya Mevlânâ’ya ait olmadığının farkındadır: “Mevlâna’nın fetvası gibi değerlendirilmek istenen söz, şiir, bazı araştırıcılara göre, Mevlâna’nın değil, daha önce gelmiş bir İran şairinindir.” (Mevlâna, 60) Bu söz gibi (İbn Münevver, 28) pergel metaforunun da Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’a ait olduğuna dair bulgulardan söz edilir. Ancak buradaki tespitin farklı bir derinliği vardır, cümlenin devamında bu derinlik şöyle zuhûr eder (Mevlâna, 60):
Öyle olsa, Mevlâna’nın da olsa fark etmez. İster olduğu gibi, ister ilâvelerle alıntılanmışı olsun, ister Mevlâna tarafından söylenmiş bulunsun, O’nun yoluna ve düşüncesine uyan bir düşünceyi içermektedir bu şiir. Mevlâna’nın tüm eserleri, bu çağrı gibi bir çağrıdır zaten. İnsanoğluna bir çağrı.
Son tahlilde bu yaklaşım peygamberlerin insanlığı Hakk’a çağırışının ifadesidir. Çünkü “günahkârın, tövbesini bozanın günahı ne kadar büyük, durumu ne kadar umutsuz olursa olsun, Allah’ın rahmeti ondan büyük, af umudu ondan aşkındır.” (Mevlâna, 63) Gerek bu hakikat ve gerekse Sezai Karakoç düşüncesinin bütünlüğü içinde değerlendirildiği zaman, bu çağrı Şems’ten öğrenilen bilginin bir meyvesi sayılabilir. Sonuçta çağrı Hakk’a davettir: “Mevlâna, Allah’a çağırıyor.” (Mevlâna, 63)
*
Sezai Karakoç, “gel” çağrısının yanlış anlaşıldığına da temas eder. Bu çağrının Hakk’ın istediği yönde bir değişime de çağrı olduğunu net bir şekilde vurgular (Mevlâna, 61):
Eğer çağırdıklarını olduğu gibi ve olduğu yerde bulunması şeklinde kabul etseydi “gel” demezdi. Oysa “gel!” diyor. Eğer kâfirin kâfirliğini, hıristiyanın hıristiyanlığını, yahudinin yahudiliğini, günahkârın günahkârlığını tasvip etseydi, neden “gel!” diye çağırsın?
Anadolu insanının ümitsizliğe düştüğü bir dönemde “Burası umutsuzluk kapısı değildir” vurgusunun sadece karamsarlığa karşı bir panzehir değil, aynı zamanda Hak kapısının sürekli açık oluşunu hatırlatan bir işaret olduğunu yukarıdaki pasajın devamında ifade eder.
Mevlânâ’nın “gel” demesi kendisini yukarıda görmesiyle mi ilgilidir? Sezai Karakoç bu tür soruların geleceğini öngörerek bunun da cevabını verir (Mevlâna, 63):
Peki, Mevlâna, kendisini büyük, ve inançça düşmüşleri küçük, hor görüp mü çağırıyor? Hayır. Gerçi o bir doktor gibi çağırıyor onları ama, bu, tıp doktorluğundan farklı bir doktorluktur. Tıp doktorluğunda doktor, doktor, hasta, hastadır. Ama mânevî doktorlukta iş biraz karışık, biraz karmaşıktır. Kim hastadır, kim doktordur? Doktor, kendini doktor görecek midir? Bu doktor, o hastalığı görmüş, adeta o hastalığı geçirmiş, sanki onu yaşamış, sonra iyileşmiş kişidir.
Dolayısıyla irşâd konusunda yukarıda zikredilen tevâzû, her hâl ve şart altında mürşidin rehberidir.
*
Sezai Karakoç, özellikle günümüzde Mevlânâ’nın İslâm’la arasının açılması girişimlerini de ele alarak bu husustaki kanaatini kesin ve net ifadelerle ortaya koyar (Mevlâna, 79):
Mevlâna, bir islâm ereni, bir islâm önderi, bir islâm düşünürü, bir islâm şairidir. Bu en basit gerçeği bile saptırmak için nice yıl ne diller dökmediler. Fakat, güneş balçıkla sığanmaz. Hakikat ortaya çıktı.
Son tahlilde Mevlânâ, Anadolu’dan tüm insanlığa seslenen bir mürşid, bir İslâm bilgesidir.
Mevlânâ’nın kimliği kısmı açıklanırken yukarıda belirtildiği gibi, Anadolu kurtuluş ve yükselişinin “Moğol egemenliği altında hazırla”nması, “moğollar idare edilerek zulüm ve baskıları”nın azaltılması, hatta “müslüman olmalarının yolu[nun] aranma”sı, “Moğollarla doğrudan ilişkili beyler[in] mâneviyatça desteklenme”si, halkın, bu felaket ve facialar karşısında “mânen güçlendirilme”si gibi meselelerin Mevlânâ’nın hedefleri arasında olduğu görülür. Bu yönüyle Mevlânâ, Moğollarla silahlı mücâdelede bulunan Ahî gruplarından farklı bir yol izler. Esasen hayatında silahla işi olmamış bulunan Mevlânâ’nın bu noktada izlediği yol irşâd ve iknâ yoludur. Bu çerçevede ona aidiyeti hakkında şüpheler dile getirilse de Mevlânâ’ya nispet edilen ve Moğolları “yüz îman sancağı ile karşılayacağı”nı ifade eden şiir anlam kazanır.
Hatta Sezai Karakoç, Moğolların Müslüman olacaklarının Mevlânâ tarafından önceden görüldüğü çıkarımında da bulunarak, onları irşâd yönünde hareket etmesinin de görevinin bir parçası olduğunu belirtir. (Mevlâna, 19) Nitekim, yüz yıl sonrası Anadolu’sunda, “bütün Moğolların, bir çok Hristiyan ve Yahudinin müslüman olduğunu ve müslümanların yeniden büyük devletlerini kurduklarını, medeniyetlerinin parlak bir dönemini başlattıklarını” (Mevlâna, 64) tarihlerin kaydettiği bir gerçektir. Sezai Karakoç, bu gelişmenin bundan sonra da tekrarlanmaması için herhangi bir sebep olmadığını da çeşitli eserlerinde dile getirir. Bu yönüyle tarihteki hâdiselerin günümüz için anlamını da tekrar tekrar hatırlatır.
Yazar, Mevlânâ’nın Moğollarla ilgili fikirlerinin kendisine sorulan sorular çerçevesinde verdiği cevaplarla açık ve net bir şekilde ifade edildiğini vurgulamaktan da geri durmaz. Hatta bu cevap “başlı başına bir tarih felsefesi”dir. Konuyla ilgili dipnotta Fîhi Mâ Fîh’ten yaptığı bir alıntıyla meseleyi müşahhas hale getirir. (Yunus Emre, 15-16; Mevlâna, 19; Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, 60-62) Cevapta önceleri fakirlik içinde olan Moğolların duâlarının Allah tarafından kabul edildiğini, bu sayede yeryüzüne hâkim olduklarını ifade eder. Bu nokta, Sezai Karakoç’un tarihi kavrama konusunda Mevlânâ’nın vukufunu teslim ettiği noktadır. Mevlânâ bir başka soruya verdiği cevapta da Moğolların âhirete inandıklarını söylemekle Müslümanlar gibi görünmek istediklerini, oysa yaptıklarının âhirete inanan insanlara yakışmadığını, Mesnevî’deki ifade gücünü hatırlatan benzetmeler yoluyla ifade eder.
*
DEVAMI GERÇEK TARİH DERGİSİ MAYIS 2022 SAYISINDA