Vuslat ve Sezai Karakoç-I
Türk kültürünün oluşmasında son yetmiş yıla damgasını vuran bir bilgenin, bir düşünce ve fikir adamının, bir şair ve medeniyet taşıyıcısının sözlerine kulak vermeli. Aynı zaman da ötelerden bir ses olarak bugünü yorumlayan kayıp anlayışları topluma hatırlatan bir diriliş mimarını birlikte konuşmalıyız.
Her sözünde, her yazısında, her şiirinde yeni pencereler açan Sezai Karakoç’un açtığı ufuklarda birlikte dolaşmalıyız. Seksen sekiz yıllık ömrünün yetmiş yılında tefekkürü, inancı, imanı bir coğrafya ülküsüyle gecenin karanlıklarını aralamaya çalışmış, akşamın alacasında denize ayaklarını uzatarak “Hızır’la Kırk Saat” geçirmiş ve sabahın diriltici nefesiyle gözlerini hep Doğu’ya; Mekke’ye, Medine’ye, Bağdat’a, İstanbul’a, Endülüs’e çevirmiş bir dehanın aklıyla iman tefekkürünü paylaşmak için Sezai Karakoç’un sırlı dünyasına nüfuz etmeye çalışmak gerekiyor. İslam Türk kültür yolculuğumuzun dinamikleriyle nasıl çözülebileceğini, ayrıca düşüncenin, sanatın ve şiirin insana kazandırdıklarını anlamak için “Diriliş”ten kast edilen manaları çözümlemek gerekiyor. Her yüzyılda bir, bir ülkeye deha rastlarmış. Bir dehanın düşünce dünyasını, yaşadıklarını anlamak için aklımızı, ruhumuzu ve düşüncemizi genişletmenin yollarını öğreneceğiz. “Diriliş”i, “amentü”yü, “alınyazısı”nı, “gün saati”ni, “sesler”i gün saatine vurarak “diriliş muştusu”na gireceğiz.
Ömrünce ruh sürgünleri oluşturma nedenlerini, toplumsal tıkanmanın, bunalmanın neden ve niçinlerini, kurtuluş reçeteleri üzerinde yolculuklar yapacağız. Bütün bunları “Kıyamet Aşısı”na ulaşmak için, kendi kıyametinden önce diriliş muştusuna ermek için pencereler aralamaya çalışacağız.
Yine, kültür soframızda dolaşarak edep ve edebiyatın, edep ve şiirin imbiğinden geçerek “aydın” kimliğinde bugünü sorgulayacağız.
Ortak coğrafyanın,
Ortak paranın,
Ortak kültürün,
Ortak anlayışların,
Ortak dertlerin ve sevinçlerin durumundan söz edeceğiz. Bütün bunlarla “Gün Saati“nde anlatılmak isteneni sorgulamış olacağız.
Mütefekkir Şair Sezai Karakoç, 1933 yılında Ergani’de doğdu ve İlkokulu Ergani’de bitirdi. Çeşitli şehirleri dolaştı. Kendisi felsefe okumak isterken babası İlahiyat okutmak istedi. Ankara Siyasal Bilimlerden mezun oldu. Maliye Bakanlığı’nda görev yaptı. Müfettiş yardımcılığı görevinde bulundu. İstanbul’da Diriliş Yayınları ve Diriliş Dergisi’ni kurdu. İlk sayısını Nisan 1960 yılında yayımlayan Karakoç 33 yıl sürecek olan Diriliş Dergisi’nin çok sayıda genç aydının; fikir ve sanat adamının yetişmesine öncülük edeceğini o yıllarda sanırım bilmiyordu. Zaman kendi kozasını ona ördürecek ve bir fikir ve dava adamı olarak Türk düşünce hayatına katkıda bulunacaktı. Uzun yıllar sonra bir mütefekkirin düşünce dünyasından siyasal bir yapılanmayı da hedefleyen 1990 yılında “Güller Açan Gül Ağacı” amblemiyle “Diriliş Partisi”ni kurdu. 2006 yılında Kültür Bakanlığı Özel Ödülü ile ödüllendirildi. Bakanlığa, ödülün para kısmının kültür sanat işlerine harcanmasını, diğer kısmınınsa posta ile bildirdiği adrese yollanmasını rica ettiği bir mektup yolladı. 2007 yılında “Yüce Diriliş Partisi”ni kurarak Nisan ayından bu yana cumartesi toplantılarını sürdürüyordu. Halka açılmayı düşünen ve aynı zamanda mitingler düzenleyen Karakoç, gün saatini doldurmaya devam ediyorken 16 Kasım 2021 günü Hakk’a yürüdü. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.
Sezai Karakoç, “Edebiyat Yazıları” adını verdiği kitabını 3 cilt halinde yayınlayarak şiirimizde son derece özgün bir yere sahip olduğunu görürüz. Şiirlerinde metafizik boyut ağır basmakla birlikte dünden bu güne tarihsel bir yolculukta yaptırmaktadır. Zaman zaman şiirlerine tarihi belge niteliği arz edecek unsurları şiirinde ustaca kullanmaktadır. Kullandığı üslup, tarz, konu ve işleyiş açısından yenidir. Metafizik bir yüklemle kurguladığı için kendi yaşıtlarından genel itibariyle ayrılır. Abdulhak Hamit’te bulunan metafizik akımdan Ahmet Kutsi Tecer’in, Necip Fazıl Kısakürek’in, Arif Nihat Asya’nın da beslendiğini ifade etmekte yarar var. Ne kadar bu alanda şiirler yazmış olsalar da en belirgin temsilcisi olur.
Türk şiirinin bir tarafıyla yenilikçi, diğer tarafıyla gelenekçi tarzını yeni bir anlayışla örgüleyerek metafizikleştirir. Bu durum en belirgin tarafıdır. Yazdıkları bir tarafıyla bu gündür ama daha derinlere inildiğinde dünün yani geçmişin, dahası Peygamberi bir mesajın taşıyıcısıdır. Tartışılan unsur; divan tarzıyla asırlara hükmeden bir edebiyatın şiir dili burada yol değiştirmiş gözükmektedir. Aslında yol mu değiştirmiştir? Yoksa tarz değişikliği ile aynı şeyi mi söylemektedir? Modern dünya, insanı özünden uzaklaştırmıştır. Özden yani gönülden, dahası yürekten uzaklaştırarak sıradanlaştırmıştır. Şiirimizin divandan çıkışı da aynı şey midir? Yol değiştirmiş olması, yani modern şiir tarzındaki serbestlik özün kaybına sebep mi olmuştur?
Bu ve buna benzer soruları çoğaltabiliriz. Lakin her dönemin kendiliğinden yenileyici, değiştirici, dönüştürücü unsurlarını ve mecburiyetlerini de göz ardı etmemek gerekiyor. Özden kaybedilmiş bir şey yok ise değişimin şartlar gereği olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Bunu uzun yıllardır şairler ve edebiyatçılar tartışmış olsalar da tartışma her hangi bir sonuç vermemektedir. Dün bizimdir, her şeyiyle bizimdir. Bu gün ve sonrası da bize ait olacaktır. O nedenle tarihsel süreçlerin getirdiği zorunluluklar kimi zaman sıkıntı verse de geçici bir sıkıntı olduğunu göz ardı etmemek gerekiyor.
Mehmet Nuri Yardım, Karakoç’un şiiri için şöyle söylüyor; “Şiirde çıkış olarak İkinci Yeni’ye dâhil edilse de esasında Sezai Karakoç’un çok daha orijinal, yeni, farklı ve üstün bir şiir tarzı vardır. Bu bakımdan onu çağdaşlarından ayırmak ve bağımsız bir sanatkâr olarak kabul etmek zorundayız. O horlanmış, ezilmiş, yok farz edilmiş değerleri tutup kaldıran, savunan ve onları yücelten bir öncü kimliğe sahiptir. Mistik şiirlerinde, metafizik arayışları barındıran nesirlerinde kısacası bütün edebî ve fikrî verimlerinde aynı kaygıyı, aynı endişeyi, aynı duyarlılığı hissederiz.”
Şiirimizin dünü ve bugünü bizleri beslemeye devam edecektir. Ne divandan, ne heceden ne de serbest şiirden vazgeçecek değiliz. Sezai Karakoç, aslında modern şiir tarzını ön planda tutmuş olsa da, geçmişi yok saymamıştır. Asrısaadet döneminden bu güne bizim dediğimiz edebiyat öncülerinin şiirlerinden çeviriler yapmakla bunu ortaya koymuş, onlara örnek olabilecek kitaplar yayınlamıştır. Aynı tarzın batı şiirindeki örneklerini de göz ardı etmemiştir. Modern İslam sanatındaki en önemli unsurlardan birisinin de soyutlama olduğunu yazılarında dile getirmiştir. Soyut olandaki sırrın ve gizemin içerisindeki yolculuğu önemsediğini “Edebiyat Yazıları”nda görmekteyiz. Hem şiire, hem resme ve hem de edebi anlayışa bakarken soyutun hükmünün ağır olduğunu poetik bir ifadeyle ortaya koymuştur. Aslında modern dünya bir tarafıyla alabildiğine somuttur. Diğer tarafıyla da uçsuz bucaksız bir anlayışın oturmasında soyutlamanın çizgilerinden de faydalanmaktadır. Soyut çizginin belirginliği biraz da somutun anlamlandırılmasına bağlıdır. Karakoç, bu anlamı belki de “Diriliş” algısı üzerine yüklemektedir. Şiirin, resmin ve sanatın durumu aslında sanatkârı değiştirmesidir. İçerisinde bulunduğu metafizik atmosfere çekerek sanatçıyı boyamasıdır. Yaratılış boyasıyla boyamanın gayretidir. Bu durumu açıkça Karakoç’ta görebiliriz. Şiirin ve yazarın, dahası sanatkârın değişimi yürekte buluşmasıdır. Kendi özünde, kendi beninde yekvücut olmasıdır.
“Ruhun Dirilişi”inde şöyle yazar Sezai Karakoç: “Sanat, şüphesiz insanın geçimini ve üremesini sağlayan faaliyetlerin üstünde, gaye olmaya daha yakın bir mahiyet taşımaktadır. Ama Tanrının sanatı önünde, insan sanatı fazladan olarak bir şey getirecek değildir. İnsan bizzat kendisi Tanrının eşsiz sanatından bir örnektir. İnsan sanatı Tanrının sanatının gönüle vuran yankılarından doğmakta, onun tükenmez kaynağından beslenmektedir. Tanrının sanatına ermeyen insan veya sanatçının kalıcı bir sanat eseri bırakmasına imkân yoktur. İçinde bulunduğu büyük sanattan habersiz bir sanatçı, kör mimar ve sağır musikişinas imajından da çok yoksun bir imajdır. Çünkü kör mimarın iç gözü görebilir, sağır musikişinasın ruh kulağı duyabilir, ama Tanrının her an mucizelerle dipdiri kaynaşan sanatını duymayan gönülden en ufak bir sanat kıpırtısı beklenemez.
Gerçek sanat, Tanrının sanatına götürecektir. Bu bakımdan insanın yaratılış sırrına yakın bir soydan meydana gelmiştir, ama sanatın özündeki ilahi hayranlık duygusu veya sanat duygularındaki arılık derecesi yüzde yüz değildir. Tanrıya doğrudan doğruya yönelememektedir her zaman sanat duygusu. Kimi zaman da Tanrının eserlerine olan hayranlık, O’na olan sonsuz aşka engel olmaktadır. İnsan eşyaya takılmakta ve asıl hedeften geri kalmaktadır. Bu bakımdan sanatı saf bir ab-ı hayat kabul etmek mümkün değildir. Belki sanat, bulanık bir ab-ı hayattır. Marifet de o bulanıklık içinden saf olanı ayırabilmekte.”
Yunus Nadir Eraslan’ın Karakoç için sözleri şöyle: “Kutsal sanatın yörüngesinde hiç yorulmadan dönen çağdaş derviş Sezai Karakoç, sanata ve hayata karşı duruşunu da kutsalla kurduğu bağların neticesinde belirlemiştir. O’na göre kutsalın gelecek nesle aktarılmasında sanatçı bir nirengi noktasıdır. Bu bağlamda, sanatın hakikati algılama sürecinde verilen ürünlerden öte başka bir gayeye hizmet edemeyeceği gerçeğinin altını çizerken, verdiği ürünler de bir arayışın değil bir buluşun neticesidir. Böyle ürünler edebiyatımızda ender rastlanan ürünlerdir. Tanrıyı merkezden alıp yerine insandan neşet bir sanatı merkeze koyan batı uygarlığı insanı Tanrısal kılmaktan bir adım öte gidememiştir. Sezai Karakoç’un tüm eylemleri bu gidişata bir başkaldırıdır. Sanatçı sahih bir kaynağın bilgesidir. Ancak böyle olduğu müddetçe çağını yorumlayabilir. Ben daha on yedi yaşımda toy bir delikanlıyken O’nun “Ruhun Dirilişi” nam eserini elime aldığımda üstadın elimden tuttuğunu hissettim. Bana şöyle dedi: “Ey genç, felsefenin karanlık caddelerinde gezinirken, derin kuyular vardır; o kuyuları göremezsin. Seni ansızın yutarlar. Dikkatli ol, her kuyudan farklı sesler gelir. O sesleri iyi dinle, kulağın o seslere alışsın ki dipsiz şüphe kuyularına düşmeyesin. Bir bir söyledi kuyuları bana. Nietzsche’nin, Sartre’ın ve Camus’nün kuyularını ben O’ndan öğrendim.” “Eserinin tohumunu ve geliştirecek iklimini, şairin kendi varlığından alması anlamına gelir yeterlilik ilkesi. Yani fildişi kuleyi biz dışına çeviriyoruz; evren şaire bir fildişi kule olmalı; şafakta kaybettiği güvercinleri, şair, bir ikindide bulabilmeli.” “Eser ́in şairini sevinçle titretmesi demek bu. Şair, eserini sevmeli. Onu okşamalı, ama yaramazlıklarına da göz yummamalı. Beğenmediği davranışlarını gücendirmeden ona anlatmalı onu kendini düzeltmeğe kandırmalı ve bunu da inandırmalı ona. “Beni andırıyor, ah, beni o demeli.” Burada üzerinde durduğumuz ana nokta şudur; şairi etkileyen, şiirini yazdıran her ne olursa onlarla dostluğunu, muhabbetini kaybetmeden aynı zamanda onlara da çeki düzen verebilecek bir kimlikte, bir yapıda olduğunu bilmektir.
DEVAMI GERÇEK TARİH TEMMUZ 2022 SAYISINDA