James Webb uzay teleskobu ve tükenen şeyler
İlk baş dönmesi.
İlk yalnızlık hissi.
İlk ürperti.
İnsanlık tarihinde ilk kez gökyüzüne bakan birinin içinde uyanan hislerin böyle şeyler olduğunu tahmin etmek zor değil. Kendi merkezini esaslı bir şekilde tayin edememenin doğurduğu korku ve yaşam güdüsünün içten içe buyruk edici tavrıyla büyüyen kaygı… İnsan ve gökyüzü arasında gelişen gizli mücadele ve mağlup düşen insan.
İlk şaşkınlık ve ilk mağlubiyetten sonra bulutların ötesine uzanmaya meyleden cevher sahibi birkaç şuur. Kozmik döngüler, çevrimler ve gök cisimlerini kendisiyle birlikte konumlandırmaya ve böylece gökyüzünü biraz daha bilinir kılmaya çalışan gözlemler… Bu noktada insan ve gökyüzü arasında gelişen gizli mücadele, gökyüzünün kaideleri ile insanın kendi varlığının gereklilikleri arasında gidip gelen bir sarkaç misali hiç durmaz. Artık yıldız yıldız heybetiyle bir gökyüzü galiptir, bir insan… Bu gizli mücadele büsbütün bir nihayete kavuşmaz ama bitme noktasına gelir. İnsan, tabiata ve gökyüzü marifetiyle zamana hükmettiği yanılgısı içinde gökyüzünün de tüm sırrını aradan çıkarıverdiğini sanmıştır. Ona ulaşmıştır. (Ulaşmış mıdır?)
Artık gökyüzü değil uzay vardır. Gökyüzünü aşıp, bulutların ardına atılan ilk bakışın insanın içinde uyandırdığı tesir bu kez baş dönmesi, yalnızlık ve ürperti değil; sevinç çığlıkları ve muzaffer kahkahalardır. Artık göklerin esrarlı genişliği değil, her noktasına erişebilmenin hayalinin mümkün olduğu bir “uzay” vardır.
Gökyüzünün insan için “uzay” olması insanlık tarihi nispetinde pek yeni olsa da, insanlık, ezelî merakı için bilinmeze bir adım atmıştır. Fert için küçük, insanlık için büyüktür bu adım… Artık tabiatın hassas dengesine bir başka zaviyeden yaklaşılmış, uzaydan aktarılan görüntüler, dünya dışından ilk kez başka bir yerin manzarasını insanlığın önüne sermiştir. Bu manzara, insanlık tarihinin gördüğü en tuhaf ve en müthiş manzaradır. Hatta insan bilincinde öyle yer etmiştir ki bu manzara, -tabiri caizse- ikonografik bir anlam bile kazanmıştır.[1]
Teknolojinin gelişmesi ile uzay manzarası ihtiva eden fotoğrafların birbiri ardınca gelmesi, bu anlamı tüketti. Dijitalizme ve grafiğe ilham olarak sıradanlaşan bu manzara, metalik renklerin ve seslerin çınladığı ıssız bir mecraya dönüşmüştü ki, birkaç gün önce James Webb uzay teleskopunun çektiği, teferruatlı, tam manasıyla renkli ve aynı zamanda 4.6 milyar yıl önceki halini görebileceğimiz uzay fotoğraflarıyla karşılaştık… Bakışlarımızın uzandığı gökyüzü, bulutların ardı, genel hatlarıyla uzay ve en nihayetinde yüksek çözünürlüklü bir uzay manzarası…Hem de milyarlarca önceki haliyle simgesel bir nostalji vesikası olarak!
Bu manzaranın tesiri, epey teferruatlı olmasından dolayı iletişim araçlarında yankı yankı büyüdü, büyüyor. Ama bu meselenin teferruatlı bir uzay manzarası olmasının yanında dikkat çekici bir şey daha var. James Webb uzay teleskopunun maddi değerinden de bahsedilmeden geçilmiyor. O zaman sormadan edemiyorum, “Harcanan para ve erişilen veri arasında ne tür bir bağlantı bulunmaktadır ve iki ayrı kavram olarak para ve veri birbirini karşılıklı bir şekilde nasıl yüceltmektedir?”
Burada, zorla metalaştırılan evren; emekle ve bir yanıyla metanın kaynağı olarak parayla birbirine yaklaşıyor. Yaklaşmakla kalmıyor, “ne kadar para, o kadar teknoloji (evren)”, ne kadar para, o kadar bilgi.”, gibi bir değer yargısı üzerinden birbirine mukabele ve -Marksist bir bakış açışıyla emek – değer yasasına riayet- eden bir sisteme dönüşüyor. Harcanan para nispetinde, bilimsel bir emek ortaya konulmuş olduğunu, biz bu yasanın bilinçaltımıza yansımasından anlıyor ve kabul ediyoruz.
Bu, insanlığın ilk çağlarında gökyüzü ve insanlık arasında vuku bulan ve sonra tesirini yitiren gizli mücadelenin bir başka tecellisi midir? Buna kesin bir cevap verebilmek mümkün değil. Yalnız insana verilen merak güdüsünün her değdiği yerde, kendisinin idrak sınırlarını aşmaması için, üzerinde yoğunlaştığı meselenin genişliğini kendisine göre ayarlama muhasebesini göz ardı edemeyiz. Uzay, teferruatlı manzarasıyla insanlığın önüne serilecekse bu, insan idrakini aşmamalı ve “büyük alem” ile “küçük alem” arasında günümüzde daha da büyüyen (büyütülen) uçuruma mutabık olmalıdır. İnsan çalışmalı, gelişmeli, gökyüzünü fethetmek için bedeller ödemelidir. Nice meblağlar sarf edilmeli, başarısız projeler tozlu raflara (ya da petabaytlarca dijital veri olarak veri tabanlarına) istiflenmelidir. Bu, bedel ve kazanım arasında, insafsız ama son derece normalleştirilmiş bir kaidedir.
Uzay, tüm teferruatıyla gözler önündeyse, formüle edilmiş tüm verileriyle bilim kültürünün içinde yoğrulmalıdır. Topluma rengarenk yıldızların temaşası, bilime ise ciddi ve rasyonel işler düşmelidir. Bu paylaşım iletişim araçlarında çoğalmalı, hayretle karşılanmalı ve takdir duygusu bol bol sarf edilmelidir. Teknoloji, harcanan meblağlarla destanlaştırılmalı ve aşkın bir hüviyete bürünmelidir.
Bu, insanlığın kendi kendisini meblağ ve meta üzerinden arındırdığı bir ritüele benzemektedir. Artık uzay manzarasının ikonografik heyecanının yerini teferruatlı bir uzay manzarasına ve geçmişe ulaşmak için harcanan emek ve para almıştır. Artık daha iyi bir uzay manzarası için, daha çok emek verilmeli, daha çok para harcanmalıdır.
Çünkü uzay manzaraları çoğaltılarak tüketilmiştir ve hep yeni bir uzay manzarasına ihtiyaç duyulmaktadır.
Ne yazık ki gün gelecek; emek, hayret, takdir, nostalji ve uzay da tükenecektir.
[1] Ay’a ilk ayak basan Neil Armstrong’un o bilindik fotoğrafı poster olarak ofislerin duvarlarını, tasvir olarak apartman cephelerini, reklam afişi olarak bilboardları yıllarca süslemiştir. Yine bu noktada uzaya yapılan ilk yolculukta İncil’den ayetler okunması ilginçtir.