Zarf ve mazruf: Zaman, mekan ve ölüm
Mazrûf olan zarfın içindedir elbet, ama mazrûf olanı taşıyan o zarf, başka hangi zarfın içindedir?
İç içe geçmiş bu girift ve uzun silsileler silsilesinde, bir diğerinin dışında olan, hem nasıl muhafaza etmekte ve yine muhafaza edilmektedir?
Tabiata göz atalım… Her şey birbirinin hem dışında hem içindedir. Büyük nedenlerden doğan hayat, başka bir hayatın; küçük suallerden doğan teferruat, koskoca bir bütünün içinde gizlenmektedir. Kaybettiğimiz, bulduğumuz, umduğumuz her şey bir diğerini tetikler niteliktedir. Nizam her daim böyle tecelli etmektedir. İnsan madde ve eşya planında kendi varlığını, evinin, mahallesinin, şehrinin, ülkesinin ve nihayet dünyasının içinde görmekte; mana ve sezgi planında ise küçükten büyüğe katlanarak büyüyen bu tecelli daha da derinleşmekte ve birbirini muhafaza eden ve aynı zamanda muhafaza edilen dallara ayrılmaktadır. İnsanın birbirine bağlı, iç içe geçmiş varlık mimarisi, hem dışsal, hem de içsel nitelikleriyle birbirini daima müteessir kılan bir yapıdadır.
Adeta ince ince, pür dikkat bir itinayla örülmüş hendese hesabıyla tezahür eden her şey, insanın varlık mimarisinin içinde devinmeye ve o mimarinin tüm donanımını bir çırpıda değiştirmeye muktedirdir. Çünkü bu hendese, insanın varlık mimarisinin içinde gizlenirken, dışına da tecelli etmektedir. Öz kabuğun içinde saklanmakla mükellef iken, kabuk da özü saklamak mecburiyetindedir…
Ama bu olağan nizam, günümüz dünyasında çok basit bir meseleymişçesine niçin göz ardı edilmektedir?
Bendeniz bu sualin cevabını zaman, mekan ve ölüm kavramlarının yanlış yorumlanmasında bulmaktayım… Nasıl mı?
Zaman mevzubahis olduğunda tarih kavramını ele alırsak, o, zaman üzerindeki kırılma noktalarıyla ehemmiyet kazanan bir kavramdır. Yekpare bir zaman, kendisinde gerçekleşen kırılmalar sayesinde tarihi doğurur. Tarih, zamanın içinde gerçekleşecek kırılmayı beklemektedir. Günümüzün satıh üstü bakışları evvela zaman ve tarih kavramlarının arasındaki nitel farkı göz ardı etmekle hataya düşmektedir. Tarihi “zaman” gibi geniş bir kavramın eş değerlisi görerek, zamanı sadece geçmiş olana atfetmektedir. Oysa tarih, zamanın içinde olaylar ve durumlardan müteşekkil bir öz halinde geçmişe dönük olarak devinmektedir. Zaman ise, mekanı ve ölümü kendi içinde muhafaza ederek geleceğe ilerlemektedir.
Keza yine zaman bağlamında insanoğlunun ilk önce şehirleri imar etmesi ve sonra kavramların ters yüz olması ile şehirlerin insanoğlunu imar ediyor olması, hem mekan hem de ölüm kavramlarının yine zamanın içinde olduğunun bir başka delaletidir. Zaman içinde mekan zaviyesinden baktığımızda, yaşayacağı şehirleri kendi içinden devşiren insan, bu kez büsbütün niceliğin egemenliği ile şehirlerin kendisini devşirmesine göz yummaktadır. Böylece ölüm dahi ötelenmekte ve tabiri caizse şehir hayatının gündelik telaşının ve süratinin içinden sökülmektedir. Oysa mezarlıkların bir zamanlar şehirlerin içinde, hatta şehirlerin ayrılmaz bir parçası olduğu bilinmektedir.
Artık ölmek, zamanın içinde saklanan ve gerçekleşmesi beklenen bir hakikat değil, sağlık sistemlerinin gayretiyle sürdürülmesi gereken mutlak yaşamın sürdürülememesidir.
Nedensellik de bu curcuna içerisinde zamanın çerçevesine incecik ağlarla örülmüş bir tecelli, gündelik hayata şekil veren hassas ve uhrevi bir anlayış değildir artık. Nedensellik artık, zamanın bizzat kendi içinde sakladığı mekan ve ölüm kavramlarının değişkenliğine dair boş bir inançtır. Çünkü birbirinin içinde gizlenmiş şartların ve ihtimallerin, mekanı ve ölümü diledikleri gibi yönlendirebilmeye muktedir oldukları sanılmaktadır.
Artık zarf ve mazrûf birbirlerine bir hiyerarşiye tabi olacak şekilde tesir etmekten ziyade birbirlerine karşıt kutuplar oluşturacak kat’i farklılıklarla bölünmektedir. Öz olan kendi hüviyetini, her biri geniş ve iddialı kavramların içinde kaybetmekte ve kavramların gitgide genişlemesi ile büyüyen bir bilgi furyası özsel olanı yok etmektedir.
Günümüzde zaman daralmış, mekan, insanoğluna yön verecek, onu imar edecek kadar hüküm sahibi olarak genişlemiş, ölüm, gündelik yaşamın içinde kabulü mümkün olmayan ve daima unutulmaya çalışılan bir durum haline gelmiştir. Böylece zaman, göstergelerin yurdu olan mekana, ölüm ise zamanı hiçe sayan sonsuzluk vehmine mağlup olmuştur.
İç içe uzanan ulvi mimari kendisine has tavrını böyle yitirmiştir. Çünkü içinde gizlendiği ve içinde gizlediği mecralar ontolojik olarak henüz çözülmesi mümkün olmayan bir karmaşa halindedir. İnsan iç dünyasından, dış uyaranların cezbedici tesiriyle gitgide uzaklaşmakta, genişleyen mekan, ancak dışsal olarak idrak edilebilmesiyle, insanın iç dünyasına dolaysızca tesir eden zamanı da içermeye cüret etmektedir.
Zarf başka yerde, o zarfa mazrûf olacak olan başka yerdedir.
Bu karmaşa böyle nereye kadar sürer bilinmez ama her zarfın mazrûfuna, her mazrûfun da zarfına muhtaç olduğu bilinmeli ve göz ardı edilmemelidir.