Et Pium Desiderium: Meçhul özlemlerimiz
Masamda oturmuş, ellerimi birer yumruk halinde çenemin altına sabitlemiş, bahçemde serin sonbahar rüzgârlarıyla uçuşan hazan yanığı yaprakları seyrediyorum. Birden içimde bir özlem uyanıyor. Yönünü tayin edemediğim, onu harekete geçiren şeyin ne olduğunu bilemediğim bir özlem… Bir yaz gününü mü, yoksa geçmişi ve geleceği avcunun içinde sımsıkı tutan zamanın, buyurucu ve tehditkâr bakışlarından ürkek ve mahcup bir halde, gelmesi yahut geçmesi hiç bir zaman mümkün olmayan bir anı mı?
Bu özleme çocukluğumdan aşinaydım. Tozlu yapraklarından ılık ikindi esintilerinin geçtiği ağaçların arasında kımıldanan gölgelerle sarmaş dolaş salınan başımı bir mahzunluktur alıyor, içime, neye olduğunu bilmediğim bir özlem doluyordu. Çok eski, sanki devranın üzerinde yuvalandığı arzın en derininde, o güne dek uyumuş tatlı bir rüya uyanıyor ve oradan çıkıp da tenime, ruhuma ve çocukluğuma nüfuz ediyordu. Gözlerim, kımıldanan yapraklar arasında oynaşan incecik güneşte, ağlamaklı oluyordum.
Bu özlem gençliğimin baharına da gelip kuruluveriyordu üstelik. Hatta çocukluk hissiyatının oluşla perdelenen kuytularından ziyade gençlik ateşinin varoluş şuuruyla aydınlattığı mahale bir hükümdar tavrıyla oturuyor ve hükmünü buyurmaya başlıyordu. Gençliğim bu özlemin tatlı sarhoşluğundan ibaretti diyebilirim. Bir işveli bakış, bir sıcak tebessüm, bir iltifat beni sarmaya görsün kendimi, geçmişin bilinmez diyarlarını özlerken buluyor, o diyarların aşılmaz duvarları ardında muhafaza edilen hüznü ruhuma, aşabildiğim duvarlar ardında ve adımladığım sokakların ortasında hediye ediyordum. Artık geniş, aydınlık ve devasa camlarından günün son aydınlıkları süzülen koridorlar benimdi. Hayalimde geçmişin özlemi böyle şekilleniyor, gittiğim her yerde başımda esen bu özlemin tesirini taşıyordum. Bir bakıma umutla aynı kaynaktan doğan müthiş bir tesirdi bu. Geçmişin hüzünlü yanı ve geleceğin temenni ettiğim umudu, böyle, bir bütün halinde eriyordu genç dimağımda.
Bu özlem ilk kez, bir sohbet esnasında çok sevdiğim bir dostumun dudaklarından dökülen şu soruyla bende esas mevkiini buldu:
“İnsan geleceği hatırlayabilir mi?“
Lâkin bir fark vardı… Ben hatırlamıyor, özlüyordum.
Bu özlem kimi zaman bir köşe başında, kimi zaman metruk bir evin duvarlarında, kimi zaman sessizliğin içinde bana varlığını hatırlatıp duruyorken, bu özlemin özünü ve her insanın içinde olduğunu keşfetmem pek de uzun sürmedi. Evvela zaman kavramını ele alarak başladım. Zaman, Platon’un Timaeus eserinde kozmik ve Tanrı’nın özünde hareketsiz duran ezeliyetin hayalî bir yansımasından ibaret olarak görülüyordu. Platon kozmik zamanı gökkürelerin gün, ay ve yılları meydana getiren seyri olarak görmekteydi. Bu da beni şu sonuca ulaştırıyordu:
“Zaman, dolayısıyla kainat mevcudiyetini tekerrürden alıyordu. Saniyeler, saatler, günler, aylar, mevsimler tekerrür ediyor, her şey, boşluğa mahal vermeyecek şekilde kendi tekrarını buluyordu. Böylece geçmişe ve geleceğe duyduğumuz özlemlerimiz de tekerrür etmekteydi.”
Ama bu noktada insanın aklına bir soru geliyordu…
Özlemlerimizin gereği, hatırlayışlarımızın tekrarında mümkünken ve sadece geçmişte vuku bulmuş ve şimdi hatırlanan olan özlenebilmekteyken, insan hiç bilmediği belirsiz bir geçmişi ve geleceği nasıl özleyebilirdi?
Eski Yunanca’da “letea” kelimesinden türetilen “Lethe” Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasından akan ve ölülerin dünyasına girmek için geçilmesi gereken bir nehirdir. Bu nehrin suyundan içen ruhlar, fani oldukları zamanlara dair her şeyi unuturlar. Ama bu unutuştan olumsuzlaştırılarak türeyen ve “hakikat“, “hakikatin görünür kılınması” anlamına gelen hatırlama ile ilgili bir kelime daha vardır: “alethia”.
Katılmak ne denli mümkün, orası ayrı bir bahistir ama insanın yine de şu teşhise varası geliyor: geçmişe ve geleceğe dair duyduğumuz belirsiz özlemlerimiz “alethia” yani hakikate ait olandır.
Yaşamasak hatırlamaz, hatırlamasak özlemezdik. Öyleyse hakikati; dünyaya evvela bir merak, sonra bir heves ve en nihayetinde kaygıyla bakan gözlerimizden kim sildi? Bizi, bir zamanlar şahit olduğumuz ve kalplerimizin şiddetle çarptığı insan olmanın vecdinden kim mahrum kıldı? Geleceği, tıpkı bir piyesin prova kağıdı misali elimize verip, sonra onu elimizden alarak apar topar sırların kavrulduğu ateşe kim attı?
Kim olduğu meçhuldür, ama ne olduğu bellidir bu hakikat özleminin:
“Et pium desiderium.“
Hakikati büsbütün unutmasak da göz ardı edeli, onu, hudutları kalın şuurlarımızda eritip kıymetini eksiltmeye yeltenişimizin tarihi eskilere dayanmaz. Çağımızda özlemlerimiz, bir ulviyete değil, insan ruhunun derinliklerinde bastırılmış bir hissin güçlü mukavemetine delalettir. Oysa tabir edilecek bir rüya değildir bu özlem. Ya da bizzat yaşadığımızın, zamanın geçiciliğine mağlup olmasının yansıması değildir. Bu özlem bizi, ruhumuzun mahrem çizgilerini görmeye ve onları hep yeni baştan idrak etmeye mecbur kılar. Trajedi de burada başlar. Çelişkiler, çözülemez düğümler, imkansız hisler burada yuvalanır. Artık özlenen zaman ile o zamanı özleyen eşit mesafede değildir. Hakikat yücelmiş ve hakikat arayışı tahkir edildikçe asıl kıymetini bulmuştur.
Bu dünya görmenin, bilmenin, somuta aşina olmanın mesut körlüğü, yani bizim kendi hudutlarının içinde hapsolmuş şuurlarımızın aslında ne denli aciz olduğunun resmidir. Elde etmenin, eşyanın suretini bir kabuk misali her an keşfetmenin suni huzurunda devinen ayartının yurdudur ki bu dünya; biz bu yurdu, kendi varlığımız ve sürdürdüğümüz ömürlerimizle kutsar, ama geçip giden ömürlerimizin içinde kimi zaman başımızda esen tarifi ve akıbeti meçhul gelecek ve geçmiş özlemlerimizin sırrına bir türlü vâkıf olamayız. Onlar ruhumuzun ve gündelik telaşlardan bir nebze kurtulmak arzumuzun muzip tavırları gibi görünürler bizlere. Oysa içimizi, ufuklarda titreşen bir esinti gibi ürperten bu özlem, varlığımıza ezelden bağlanmış bir illiyet ve insanın baştanbaşa mana olduğuna dair en mühim misaldir.