Varlık dramı ve sanat-1
Bu devran nereden gelmekte, nereye gitmektedir? Üzerinde temkinli adımlarla yürüdüğümüz yollar nereye varmaktadır? Mevsimler neden değişmekte, güneş neden her gün doğup batmaktadır? Zaman nereye doğru akmaktadır?
Bu sualler kainatta insan eliyle yanan ilk ateş kadar eskidir. Hiçbir zaman yeni bir cevabı da yoktur üstelik. Bu sualler bir kere sorulmuştur ve çıktığı ilk dudaktan itibaren yankısını asırlar boyu sürükleye sürükleye; mağaralardan, evlere, evlerden, şehirlere, şehirlerden meydanlara, meydanlardan, ışıklı reklam panolarına, plazaların klimalı salonlarına, geniş caddelere, galerilere, radyo frekanslarına, televizyon ekranlarına, bilgisayar monitörlerine, telefon dokunmatiklerine, internet ağlarına ve sosyal medyanın her köşesine, velhasıl günümüze taşımayı bilmiştir. Geleceğe de taşıyacaktır üstelik. Çünkü bu suallerin yankısı, sürekliliğini, fani (süreksiz) olan insanın bizzat fanilik (ölümlü olma) bilincinden doğan ve her ne kadar bugün teknolojinin getirdiği konforla dijital bir işaret diline dönüşse de, insanı ölüm gibi yalın bir hakikate mahcup kılmayı başaran ifade arzusundan almaktadır. Baudrillard’ın deyimiyle “canlıların düş gücünü harekete geçiren şey ölümdür” (Baudrillard, 2021: 253) ve “amaçlılık her zaman süreksizlik düzenine aittir” (Baudrillard, 2021: 296)
Sualler ve ölümler; bir cevap yetiştirebilmenin, bir kapıyı aralamanın, bir bilinmezi bildirmenin, geçip giden fani ömre bir mana verebilmenin insan bilincinde çoğalan gayreti ile birbirlerine yaklaşır. Bazen müthiş bir uyum içinde insanın tasavvur kabiliyetini geliştirir bu yakınlaşma, bazen insanı büyük bir boşluğa sürükler. Bu boşluk: “Bu devran böyle gelmiş böyle gider” cümlesindeki teslimiyettir. Tasavvur kabiliyetindeki gelişim ise sanata has olan tavırdır. Bu tavır insanın ifade gayretindeki açmaza karşı takınılmış olmakla beraber daimi bir dramın, insanın fanilik ile sonsuzluk arasında salınan yazgısının ezelî hikayesidir.
Bu hikaye, ilk dönemlerde tasvirle iç içe geçmiş ilkel göstergelerden, tutarlı, belli bir nizama ve tasnife riayet eden bir dil kavramını doğurmuş ve en başta sorduğumuz sualler esas merkezini bu doğumda bulmuştur. Tasvir ise ritüel ve temenni ile kutsal bir kimliğe bürünmüş ama tıpkı ilkel çağlarda olduğu gibi semantik yapısını ve dilsel işlevini büsbütün yitirmemiştir.[1]
Hiç şüphesiz bu hikayeyi tabiat ortasında kalan ve sonra tüm cevherini, diğer canlılara nispeten daha zayıf olan varlığını tabiattaki çeşitli tehlikelerden korumak için ebedi bir gelişim ve ilerleme duygusuna harcayan insan yazmıştır. Peki bu ilerlemenin dolaylı bir parçası olan sanatın bir eğlence, handiyse bir avunma, hakikate karşı bir alternatif olduğuna insanı kim inandırmıştır? Üstelik tabiat ortasındaki çetin zorluklara göğüs geren ve bilişsel olarak da zanaat kavramının yanında, sanat gibi kökleri estetiğe dayanan bir kavram ortaya koyan, sanatın yanında sanatçıyı da kendi göğsünden doğuran insanlık, sanatın her yönüyle; en renkli tablodan, en epik şiire kadar, en tempolu müzikten, en ilginç komedyaya kadar büsbütün bir varlık dramı olduğunu nasıl anlamamıştır?
İnsanlık, varlık dramının sancısının şiddetini dindirmek için sanata sığınmıştır. Bu sığınma bazen ilk bakışta şahane bir tablonun renkleri yahut bir namenin akıcılığı ya da bir vücudun mermere gerçekçi bir şekilde tasviri arasında, bu sancıyı uyuşturan estetik bir duyuş olarak ortaya çıkmış, sanatçı ortaya koyduğu eserle avunmuş ve avutmuştur. Bazen ise bu avunma ve avutma olmadan insanın varlık dramı, tabiattaki yalnızlığı, güçsüzlüğü, sanatçı tarafından eserlerine dolaysız bir şekilde cesurca yansıtılmıştır. Bu dolaysız yansıma, bu varlık dramının estetikten gücünü alan ifadesi en güzel örneğini, insanlığın esaslı buhranlarla muhatap olduğu Ortaçağ’da bulmuştur. Çünkü Ortaçağ’da erdem kavramı, – o dönem karşı karşıya kalınan tehlikelerden bir tür kaçış ya da tüm zorluklara sabretmek niyeti ile – insana, mistik ve zahidâne bir iç yolculuğun öğütlenmesi üzerine tesis edilmiştir. Çünkü Ortaçağ’da insanın dünya karşısındaki güçsüzlüğü ve varlık dramının, -aslında insanın kendi varlığını dolaylı bir şekilde kanıtlamaya dair beyhude bir katliam olan- savaşlarla da sınanan dolaysız gerçekliği, tüm çıplaklığıyla ortadadır. Ortaçağ’da kolektif bir ölüm düşüncesi bu dramı bilinçli bir şekilde beslemekte ve bu yönden de ikonografiler çeşitlilik kazanmaktadır (Baudrillard, 2021: 276). Bertrand Russel’ın Ortaçağın erdem kavramını resimlerinde görüldüğü gibi, karaktersiz, zayıf ve duygusal (Russel, 2020: 55) olarak betimlemesi sanat ve onunla mutabık bir seyirde ilerleyen varlık dramının Ortaçağ’da hakiki tezahürünü ortaya koyması bakımından mühimdir.
Kaynakça:
*Baudrillard, Jean, (2021). Simgesel Değiş, Tokuş ve Ölüm. (Çev. Oğuz Adanır). İstanbul: Doğu Batı Yayınları.
*Russel, Bernard, (2020). Neden Hristiyan Değilim ?. (Çev. Nurdan Soysal). İstanbul: Say Yayınları.
[1] Hristiyan dünyasında Papa Gregorius Magnus (540-604)’un bu konudaki düşünceleri mühimdir. Gregorius Magnus kiliselerdeki tasvirlerin okuma yazma bilmeyenler için öğretici olduğunu ve ikonografinin dinsel telkin için bir araç vazifesi gördüğünü savunmuştur.