tarihkitapbiyografimehmet poyrazmustafa armağandergi

Doğu Türkistan’da “toplama kampı” gerçeği

Doğu Türkistan’da “toplama kampı” gerçeği
18.09.2022
A+
A-

“GÖLGELERİZ BİZ, ÖLÜ RUHLAR”

Uygur Türklerinin makûs talihi, tam da 20.yüzyıl ortasında, 1949 yılında ülkelerinin Çin Halk Cumhuriyeti tarafından işgal edilmesi ile başlamıştı. Mao liderliğindeki komünistler, Çan Kay Şek iktidarını devirdikten sonra yönünü Doğu Türkistan’a çevirmiş ve burayı işgal etmişti.
Komünist Çin işgaline kadar Çinliler, Doğu Türkistan nüfusunun ancak yüzde 2,5 kadarını teşkil ediyorlardı. Onların büyük çoğunluğu da bölgeye bulunan bürokratlar ve yöneticilerle askerler ve bunların yakınlarından oluşuyordu. Sivil Çinli yok denecek kadar azdı, çünkü bu toprakların kendilerinin olmadığını onlar da çok iyi biliyorlardı. Ne var ki Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilk icraatlarından biri buraya Çinli göçmen yerleştirmeye başlamak oldu.


Başlangıçta Doğu Türkistan’a yerleştirilen Çinli göçmenler başlıca iki gruptan oluşuyordu. Birincisi, Çin Halk Kurtuluş Ordusu denilen ve devrimi gerçekleştiren askeri birliğin bünyesinde oluşturulmuş olan Tarım ve Üretim Ordusu sıfatıyla getirilen Çinlilerdi. Bu ordu, savaş zamanı askeri birlik halini alırken diğer zamanlarda “üretim”le meşgul olacaktı. Böylece daha ilk günlerden itibaren Doğu Türkistan Türklerinin toprakları ellerinden alınmaya, yaşadıkları mahallere “asker siviller” yerleştirilmeye başlanmış oldu.


Diğer yanda Çin Halk Cumhuriyeti işgalin başlangıçta Doğu Türkistan’ı, “kuyruk” olarak nitelendiriyordu. Bu sebeple buraya yerleştirilen ikinci Çinli grubu “suçlular” oldu. Çin ülkesinde çeşitli suçlara karışmış ya da cezasını tamamlamış çok sayıda insan, cezasını çekmek ya da ıslah edilmek üzere Doğu Türkistan’a yerleştiriliyordu. Bunlar için geri götürülme planı da yoktu. Aslında amaç, bu tip insanları Doğu Türkistan’a göç ettirerek hem yeni koloniler oluşturmak, aynı zamanda Türkler üzerindeki baskıyı arttırmak, onları sindirmekti.
Velhasıl bu politika 1980’lerin sonuna, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına kadar taşınan Çinli göçmenlerin sayıları her yıl daha da arttırılarak devam ettirildi. Ancak bu tedrici artış ülkenin asli nüfusu karşısında denge kuracak bir düzeye ulaşmamıştı o zamana kadar.
Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin arası daha Mao Zedung hayattayken bozulmuş, hatta aralarında kısa süreli bir çatışma da yaşanmıştı. Dolayısıyla Çin için böyle büyük bir düşmanın ortadan kalkması yeni bir dönemin kapısını araladı. Buna ABD’nin, Sovyet – Çin gerginlik döneminde Çin Halk Cumhuriyeti’nden yana tavır koyarak, bu ülkeyi Sovyetleri çevrelemek için güçlendirme politikası izlemesi, Sovyetler Birliği ortadan kalkınca da kapitalist bir pazar haline getirme stratejisi Çin’in batıya açılmaya ihtiyacını arttırdı. Çünkü artık önlerinde kendilerini engelleyebilecek bir set kalmamıştı. Bağımsızlıklarını elde eden komşu Türk cumhuriyetleri ise aksine Çin’e karşı koyabilmekten çok uzak durumdaydılar.


Diğer yandan bu zayıflıklarına karşı, bağımsız Türk devletlerinin ortaya çıkması Çin için önemli bir tehlike de arz ediyordu. Bu yeni durum, Doğu Türkistan Türklerinin zaten hiç kaybolmamış bağımsızlık isteklerini daha da güçlendirebilir, aynı soy ve dinden olan, aynı dili konuşan bu komşu Türk cumhuriyetlerin halklarından da destek alabilirlerdi. Bunun sonucunda Çin Halk Cumhuriyeti, önceki politikalarını da değiştirerek Doğu Türkistan’ı, “Çin” devletinin başı haline getirme stratejine yöneldi. Bunun için de Uygurları tecrit ve asimile politikasını bu bakış açısıyla yeniledi ve hızlandırdı. Amaç, Doğu Türkistan’da Çinli nüfusunu hızla arttırarak burayı Çinlilerle meskûn bir hâle getirmek ve böylece bağımsız olabilmesinin önüne geçebilmekti. Bu bağlamda bir taraftan Doğu Türkistan’ı batıya açılan lojistik bir üs, bir ulaşım koridoru haline getirmek için harekete geçerken buna paralel olarak da yer yıl yüzbinlerce Çinliyi getirerek Doğu Türkistan’a yerleştirmeye başladı. Kurulan yeni şehirlerde yükselen binlerce bina getirilen Çinlilerle dolduruldu. Kaşgar gibi tarihi Türk şehirlerinin geleneksel yerleşimleri yok edilip, mahalleleri, evleri, kadim binaları ortadan kaldırıldı; yerlerine inşa edilen gökdelenlere Çinli göçmenler yerleştirilmeye başlandı. Şehirlerin, kasabaların sahipleri olan Türkler ise küçük gruplar halinde dağıtılarak bu Çinli göçmenlerin arasında “azınlık” olarak yaşamak durumunda bırakıldılar.


Ancak Çin’in Türklerden korkuları sona ermiyordu. Çünkü tarihi hafızaları güçlüydü ve geçmişte nice az sayıdaki Türklerin kendilerine galip geldiğini, Çinlileri yüzlerce yıl egemenlikleri altında yaşattıklarını çok iyi biliyorlardı. Bundan dolayı 2000’li yıllardan itibaren asimilasyon politikalarını yeni bir aşamaya taşıdılar. Bunun talimatını da Çin devlet başkanı Şi Cinping (Xi Jinping) verdi. Şi, 2014 Haziranında Doğu Türkistan’a yaptığı ziyaret sırasındaki bir konuşmasında, Çin’in her yerinin aynı vatan olduğu, dolayısıyla Uygurların Çin’in başka yerlerine yerleştirilerek halkların kaynaştırılmaları gerektiği talimatını verdi. Bu, sözün tam anlamıyla bir “tehcir” talimatıydı. Bunun ardından da binlerce insan, topluca kendi köylerinden, kasabalarından, mahallelerinden alınıp Çin’in kalabalık şehirlerine sürgün edilmeye başlandı.
Fakat Çin’in korkularını izale etmeye bu da yeterli gelmemişti. Sonunda, 2007 yılından itibaren, Doğu Türkistan’da kalan Türklerin tamamen yok edilmeleri için insanlık tarihinin en büyük soykırım uygulamalarından birini hayata geçirmeye karar verdiler ve ülkenin her yerinde toplama kampları inşa etmeye başladılar.


Bu kamplara genç-yaşlı, kadın-erkek demeden milyonlarca insan alındı. Bir Müslüman Türk’ün toplama kampına konulması için gerekçenin hiçbir önemi yoktu. Sadece Çinli yetkililerce bunun böyle olmasına karar verilmesi yeterliydi. Bırakın suç işlemeyi, kabahat bile işlememiş milyonlarca insandan söz ediyorum. Mağdurların anlatımlarına bakarsak toplama kamplarına alınmak için namaz kılmak bir yana namaz kılınan bir evde yaşamış olmak bile yeterliydi. Aynı şekilde kendisinin farklı bir millete mensup olduğunu dile getirmiş olmak, başörtü örtmüş ya da sakal bırakmış olmak, dış ülkelere seyahatte bulunmuş olmak da gerekçeler arasındaydı. Hele Türkiye’de akrabaları bulunması ya da Türkiye’deki bir yakını ile herhangi bir zamanda telefonla görüşmüş olmak, resmi izinle çıktıkları hâlde yurtdışında eğitim görmüş olmak, “inşallah, Allah nasip ederse” gibi “radikal ifadeleri” kullanmak büyük tehlike arz eden ve terbiye edilmesi gereken tutum ve davranışlardı. Görüldüğü gibi, günlük hayatın içinde hemen herkesin gösterebileceği sıradan söz ve davranışlar bile bahane edilip insanlar toplama kamplarına alındılar ve buralarda beyinleri yıkanıp, ıslah edilmek ve “Çin tarzı” bir Müslüman haline getirilmek üzere “eğitildiler”. Ve bu insanların sayısı birkaç yıl içerisinde kimi gözlemcilerin ve Uygur teşkilatlarının tespitlerine göre 5 ila 8 milyona ulaştı. Yani 2017 ile 2022 arasındaki 5 yıllık süre içinde bu gulaglara milyonlarca insan hapsedildi.


Diğer yandan Doğu Türkistan Türklerinin toplama kamplarına alınmaya başladığı anlaşılınca diasporada yaşayan Uygurlar bunu dünya kamuoyuna duyurabilmek için hemen harekete geçtiler. Ne var ki başlangıçta tüm dünya, başta Müslüman ülkeler olmak üzere, bu sese kulaklarını tıkadı, görmemezlikten gelmeye çalıştı. Ancak ne zamanki Andrian Zenz gibi bazı vicdan sahibi insanlar uydu görüntülerinden, Çin medyasında yer alan haberleri analiz yoluyla toplama kampı gerçeğini inkâr edilemez bir halde gözler önüne serdiler, dünya ancak o zaman, o da bir kısmı, uyandı. Bu açık soykırıma yürekleri dayanmayan kimi vicdanlı insanlar, sivil toplum örgütleri harekete geçerek bu gerçeği haykırmaya ve kendi hükümetleri üzerinde bu kamuoyu baskısı oluşturmaya giriştiler.
Diğer yandan, bu çabalarla toplama kampları gerçeği dünyanın gözü önüne konulmuştu ama kampların içinde neler yaşandığı hâlâ bir muammaydı.


İşte Gülbahar Hativaci’nin “Çin Kampından Nasıl Kurtuldum” adıyla yayınlanan anıları bu konuda ilk belgelerden biri oldu.
Kitap, değinildiği gibi Çin Halk Cumhuriyeti’nin önce inkâr ettiği ancak saklayamaz hâle geldiğinde “yeniden eğitim okulları” yalanıyla üzerini örtmeye çalıştığı Çin’in Doğu Türkistan’da inşa ettiği toplama kamplarının iç yüzünü, bizzat mağduru olan bir kadının tanıklığıyla anlatmaktadır. Neler anlatmıyor ki bu bahtsız Uygur kadın? Okudukça yüreğiniz daralıyor, çaresizlik içinde kıvranıyorsunuz. Nasıl sessiz kalabilir böyle bir zulüm karşısında diye insanlığınızı sorguluyorsunuz:
24 saat hareketli kameralarla izlenen ve gün ışığının hiç görülmediği demir perdelerle örtülü koğuşlar; dudakların en ufak kımıldaması karşısında “dua ediyorsun” diyerek verilen hücre cezaları; yatağa zincirle bağlanarak geçirilen günler – geceler; sabahın erken saatlerinde başlayıp gecenin geç saatlerine kadar devam eden, yorulmanın bile yasak olduğu askeri eğitimler, fiziki ve psikolojik beyin yıkama seansları; zorla yapılan kısırlaştırıcı ve “anıları silici” iğneler; her gün biteviye sürdürülen sonu gelmez sorgulamalar; 24 saatin herhangi bir anında birden birkaç kişinin adının anons edilip bir daha geri dönmeyişlerinin yaşattığı sonu gelmez travmalar; her an ne zaman idam edilmeye götürüleceğim korkusu ile geçmek bilmeyen saatler, dakikalar…


Gülbahar Hativaci’nin anılarını okuyunca, bu kamplarda Çin’in kendi adıyla literatürde özel bir yer edinmiş olan işkence metotlarını, Doğu Türkistan’ı Türksüz hâle getirmek için yürüttüğü insanlık dışı uygulamaları ve kampların gerçek yüzünü öğreniyor; çaresizliğin verdiği bir isyan duygusu ve içten içe kabaran bir öfke ile doluyorsunuz. Ve Uygurların nasıl bir kıskaç içinde yok edilmekte olduklarını, Çin’in, “bölücülük”, “dini radikalizm ile mücadele” gibi iddialarının nasıl bir yalan ve göz boyamadan ibaret olduğunu, ekonomik gücünü ve beşinci kol faaliyetlerini kullanarak bunlarla dünyayı nasıl aldattığını, yüreğiniz daralarak, anlıyorsunuz.


Gerçeği böylesine içerden ve yaşayarak anlatan kitabın ortaya çıkışı da kolay olmamıştır. Gülbahar Hativaci, yaşadığı onca acı ve maruz kaldığı insanlık dışı işkencelere rağmen kamptan kurtulup yurtdışına çıktıktan sonra da uzun zaman suskun kalmayı seçmiştir. Çünkü Çin onu, sürekli şekilde, Doğu Türkistan’da kalan annesi ile kardeşlerini de toplama kamplarına kapatmakla korkutmaya çalışmıştır. Bu süreçte, yaşadıklarını dile getirip getirmemek konusunda, kendi anlatımlarına göre, uzun içsel gerginlikler, çalkantılar yaşamıştır. Nihayet, bedeli ne olursa olsun, kendisinin ve ailesinin değil halkının geleceğini düşünerek hareket etmeye ve yaşadıklarını dünya kamuoyu ile paylaşmaya karar vermiştir. Nitekim anılarında bu karara gelmesini, “Bizden ne olduğumuzu inkâr etmemiz istendi. Geleneklerimize tükürmek için. Dilimizi eleştirmek için. Halkımıza hakaret etmek için. Benim gibi kamplardan çıkanlar artık kim olduklarını bilmiyorlar. Gölgeleriz, ölü ruhlar… Yüzlerce kez öldüğümü sandım. Bugün yaşıyorum ve gerçeği haykırmak istiyorum” sözleriyle dile getirmektedir.
İşte Çin Kampından Nasıl Kurtuldum adlı eser Türk kamuoyunda da kafa karışıklığına yol açtığı gözlenen Doğu Türkistan’daki toplama kampları gerçeğini bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.

Prof. Dr. Abdulhamit Avşar

DEVAMI GERÇEK TARİH DERGİSİ EYLÜL 2022 SAYISINDA

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.